Hayır, yukarıdaki tereddüt çocukluğumda beynime zorla şırınga edilmiş olan “yerli malı yurdun malı / her Türk onu kullanmalı” şiarına duyduğum tepkiden kaynaklanmıyor.
Artık olgunlaştım ve bu şiarı dahi o günün şartlarında nispeten anlayışla karşılıyorum.
Üstelik milliyetçiliğe uzak dursam bile insani fıtrat benim de ruhumu belirliyor.
Yani bilinçaltımda “aidiyet iftiharı” yatıyor. Eh, günün birinde Batı kentlerini “made in Turkey” alamet-i farikalı taşıtların doldurduğunu görsem veya otomobil dergisi testlerinde söz konusu vasıtanın en iyi puanı aldığını okusam, tabii ki sevinçten uçarım.
Ancaaak...
EFENDİM ancağı şu ki, fi tarihindeki bir Pazar yazısında sizlere de duyurmuştum.
Yıllar önce elden düşme ve kelepir fiyatına bir “Rover” otomobil aldımdı.
Oysa şunu kim inkâr edebilir? Bir dizi Arap ve İslam ülkesinde Türkiye’ye, özellikle de Başbakan Erdoğan’a duyulan sempati tabii ki çok olumlu bir gelişme oluşturuyor.
Ne var ki bu görünüm önemli, fakat zahiridir. Ancak ağacın tekilliğini yansıtıyor.
Ormanın bütününe bakıldığında, yani Ankara’nın temel dış siyaset kabuğu irdelendiğinde, cilânın altından çıkan tablo hiç de yukarıdaki kadar parlak gözükmüyor.
En başta, bugün hemen bütün komşularımızla ilişkiler limonileşmektedir!
Halbuki malûm, biz o komşularla sıfır sorun siyasetini benimsediğimizi söylüyoruz.
Lâkin bu çok doğru ve çok isabetli teori kısacık bir süre içinde pratik işlerliğini yitirdi.
ÖYLE ve nitekim daha düne kadar taraflara arabuluculuk yapacak ölçüde Şam ve Kudüs’e yakındık. Oysa bugün hem Suriye, hem de İsrail’le haniyse kanlı bıçaklıyız.
Baktım, esnaf sokaktaki masa ve sandalyeleri alelacele toparlamaya çalışıyor.
Nitekim Belediye işçileri de yakalayabildiklerini kamyon kasasına atıyorlar.
Gerisi malûm! Birkaç istisna hariç ve Ara Abi’nin kimseye gölge etmeyen “Ara”sı dâhil, o gün bugündür Beyoğlu sınırları içinde sokak terası olan hemen hiç işletme kalmadı.
Kapı dışarı edilen garsonların ve iflas eşiğine gelen ticarethanelerin acısı bir yana, Şecaattin Tanyerli’nin “ışıklara bürünmüş, parıldıyor Beyoğlu” diyen tangosu da sustu.
EFENDİM, kendi hesabıma bendeniz evvel emirden beri “terasçıyımdır”!
Hava ayaza kessin, eğer bir kahve veya lokanta dışarıya iki masa atmışsa, bilesiniz bu meteorolojik şartlara rağmen onlardan birisine ilişecek kişi mutlaka naçiz kulunuz olacaktır.
Hele hele, tütün içenlere artık kara vebalı muamelesini reva gören şu mendebur, şu riyakâr ve şu “siyaseten doğrucu” post-zamanlarda başka bir alternatif asla düşünülemez.
Hayır, sırf “Arap baharı” ülkelerinde sergilediği büyük performanstan dolayı değil!
Akil adam kimliğiyle dillendirdiği demokrasi ve laiklik çağrılarından dolayı da değil!
Bunlar tabii ki AK Parti liderinin, yani son tahlilde Türkiye’nin dış âlemde kazandığı devasa başarılara tekabül ediyor ama ben Erdoğan’ı kutlamak gerekiyor derken özellikle, bizzat kendi ülkemize ilişkin en hayati konuyu kastediyorum
Anlamışsınızdır, Kürt Sorunu’nu, yani buradan hareketle de Başbakan’ın karar ve inisiyatifi altında MİT’in PKK ile gerçekleştirmiş olduğu temasları kastediyorum!
İLKİN şu olguyu saptayalım: Söz konusu görüşmelerden birisinin ses kayıtları her kim tarafından ve hangi niyetle sızdırılmış olursa olsun, kumpas hedefine ulaşmadı.
Komplonun sorumlusu hükümetin son dönemdeki “şahin” söylemlerinden dolayı iktidara ateş püsküren ve onu köşeye sıkıştırmak isteyen PKK mıdır? Olabilir.
Yahut hâlâ temizlenmemiş bir “derin devlet”in tekne kazıntıları mıdır? Bu da olabilir.
Bu lânetli sene-i devriye münasebetiyle de ABD’de kamuoyu sondajları düzenleniyor.
Ve bunlardan bir tanesinin cevaplarını okuyunca hüngür hüngür ağla yasım geldi.
EFENDİM, Yeni Dünya ahalisinin yedide biri komplo teorisine iman ediyormuş.
Yani bu ebleh, bu saloz ve bu zavallı takımı New York’taki İkiz Kuleler’e, Washington’daki Pentagon binalarına ve Pitsburg’daki yeşil çayırlara çakılan uçakların bizzat ABD “derin devleti” tarafından planlamış bir kumpasın parçaları olduğuna inanıyormuş.
İspatlanan El Kaide eylemlerine, yakalanan sanık itiraflarına ve övünen bin Ladin lâflarına aldırmıyorlar da, on yıldır internet işportasında dolaşan senaryolara güveniyorlar.
Üstelik yukarıdaki avanaklık oranı 16 – 24 yaş grubunda dörtte bire yaklaşıyormuş.
Hemen hatırlatayım, bilişim teknolojisinin gelişimine paralel olarak zaten ana karnından video oyunlarıyla çıkan ve sonra da düşünce ufkunu, hayat perspektifini ve kültür birikimini bilgisayar ekranında edinen bu grup “internet kuşağı” olarak adlandırılıyor.
Bu takdirde de anneme döner ve “Atina’yı bir ara, Koço’nun şekeri inmiş mi” derdi
Pederimin can yoldaşı ve iş ortağı olan o Koço Amcam ki karısı Marika Teyze, kızı Eleniçâ Abla ve oğlu Hristaki’yle beraber atmışlı yıllar nihayetinde Yunanistan’a göçmüştü.
Tabii lâfın gelişi göçmüştü diyorum. Ortada öyle gönüllü bir hicret falan yoktu.
Önce 6–7 Eylül 1955 pogromu, sonra “kara papaz” kampanyası, ardından da Rum mallarını gaspeden 1964 Kararnamesi falan, elinde büyüdüğüm familya da tıpkı Panayot, tıpkı Kosta Usta yahut da tıpkı Terzi Vito gibi öz be öz ülkesini terketmek zorunda kalmıştı.
* * *
BU olay hep “hümanite enternasyonal” sözünü dil pelesengi etmiş babamı çökertti.
Çünkü bu vahim olgu hariç eski Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’e atfedilen konuşma eğer internete ilk gün düşen haliyle kalsaydı ancak memnuniyet duymamız gerekirdi.
Zira şimdi emekli olan general malûmu iç bünyede ilâm etmek cesaretini gösteriyordu.
Yani özeleştiri yapıyordu ki, eh daima dediğim dedik bir TSK’nın bugüne dek kendini asla sorgulamadığı göz önüne alınırsa böyle bir gelişme bile büyük atılım anlamına geliyordu.
Oysa konuşmanın ikinci bölümü de açıklanınca yukarıdaki özeleştirinin tamamen sathi kaldığı ve Koşaner’in eski tas, eski hamam mantığı sürdürdüğü tekrar ayan beyan ortaya çıktı.
ÖYLE, çünkü eski Genelkurmay Başkanı TSK İç Hizmetler Kanununda yer alan ve orduya müdahale yetkisi veren ünlü 35. maddeyi çağrıştırarak aynen şunları söylüyor:
“... Bunun bir yerde yazması da gerekmez.
Hani diyorlar ya 35. maddeyi kaldır da bilmem ne maddeyi koy.
“ ‘Dün kazanmıştık bugün niye kaybediyoruz?’ diye soranların heyecanına, duygusallığına kapılmadan düşünülmelidir! ‘Dün’ kazanılan bir şey yoktu!
Son yirni yılda da, seksen yılda da kazanılan bir şey yoktur!”
“Bugün ‘sözün bittiği’ yer değildir ve dün gibi, ‘nerede kalmıştık’ diye başlanacak gündür!”
EVET, öyledir! Bugün de tıpkı dün gibi “nerede kalmıştık” diye başlanacak gündür!
Çünkü Kürt meselesinde ne o dün, ne de Cumhuriyet tarihinde hiçbir şey kazanılmadı.
Ama doğru, Şeyh Sait’in şu kadar yandaşını asarak, Dersim’in bu kadar insanı bombalayarak veya PKK’nın o kadar militanını temizleyerek sindirmeyi başardığımız oldu.
SİNDİRMEK! Meselenin bam teli de bu yanılgı mantığa odaklanıyor ya!