Paylaş
Baktım, esnaf sokaktaki masa ve sandalyeleri alelacele toparlamaya çalışıyor.
Nitekim Belediye işçileri de yakalayabildiklerini kamyon kasasına atıyorlar.
Gerisi malûm! Birkaç istisna hariç ve Ara Abi’nin kimseye gölge etmeyen “Ara”sı dâhil, o gün bugündür Beyoğlu sınırları içinde sokak terası olan hemen hiç işletme kalmadı.
Kapı dışarı edilen garsonların ve iflas eşiğine gelen ticarethanelerin acısı bir yana, Şecaattin Tanyerli’nin “ışıklara bürünmüş, parıldıyor Beyoğlu” diyen tangosu da sustu.
EFENDİM, kendi hesabıma bendeniz evvel emirden beri “terasçıyımdır”!
Hava ayaza kessin, eğer bir kahve veya lokanta dışarıya iki masa atmışsa, bilesiniz bu meteorolojik şartlara rağmen onlardan birisine ilişecek kişi mutlaka naçiz kulunuz olacaktır.
Hele hele, tütün içenlere artık kara vebalı muamelesini reva gören şu mendebur, şu riyakâr ve şu “siyaseten doğrucu” post-zamanlarda başka bir alternatif asla düşünülemez.
Tercih hakkına sahipsem, kafamı kör testereyle kesseler bile kapalı yere oturmam.
HAYIR, “Paris monşerinin züppeliğine bak” falan diye burun kıvırmayın. Aksine!
O kentte iskemleler hep tıkış tıkış, masalar mikroskopik ve garsonlar da küstah olduğu için öyle “Les Deux Magots” terasında Jean Paul Sartre havası atmaya asla özenmedim.
Madrid’e, Lizbon’a, Roma’ya amenna ama benim seçimim daha da eskiye uzanıyor.
Çocukluğumun Kalamış “Köhne”sinde başlayıp ergenliğimin Şaşkınbakkal “Liz”inde devam eden teras âdetine çıkıyor ki, bundan hiç caymadım. Neden cayayım ki ki?
Dışarı kurulup şehirlileri alıcı gözüyle temaşa etmek; peş peşe espresso ısmarlarken onların estetiksizliğine beddua savurmak; gelmeyecek sevgilinin rötarını mekânın sapalığına yormak; buna hiddetlenip apero üstüne apero devirmek ve yan masaya oturan albenili kadın hakkında fantazmalar kurmak varken, deli divane miyim ki dört duvar arasına hapsolayım?
DOĞRU, bizim yerleşiklik kazanmış bir teras kültürümüz yoktur. Hiç de olmamıştı!
Sakın burada, “canım Akdeniz ülkesiyiz, dışarıda yaşama alışkanlığımız hep oldu” diye kuyruklu yalan söylemeyin. Teras kültürü öyle iklimle falan değil şehirlilikle ilgilidir!
Oysa bizim “dışarıda yaşamak” alışkanlığımız silme erkekli kahvelerin peykelerine tünemekten yahut kamusal parklara bağdaş kurup mangal yelpazelemekten öteye gitmez.
Fakat ne mutlu, ülkemizin tedricen şehirleşmesine paralel olarak ve sosyolojik bir arz – talep ilişkisine uyarak biz de son yıllarda teras adap ve kültürüyle harmanlamaya başladık.
Kahveler, lokantalar, meyhaneler kaldırımı ve sokağı yakamozla pırıldatır oldular.
Artık gerçekten de evrensel bir kente dönüşen İstanbul’un ışıltısına ışıltı kattılar.
Ve çok doğal olarak da, hem zaten ezelden beri en “Avrupai” (!) semt, hem de “aylaklık merkezi” (!) olmuş olan Beyoğlu yukarıdaki gelişmenin öncülüğünü üstlendi.
LÂKİN doğru, esnaf işi istismar etti. Kaldırımları ve yolları alenen ilhak alanına kattı.
Nitekim bazı haftasonu akşamları refakatçimle birlikte Tünel’in arkalarında, Sofyalı Sokak’ta, Asmalımescit’te falan dolaşmaya kalkarsak, inanın ki dirsek dövüşüyle ilerliyorduk.
Peki sonra? Sonrasını biliyorsunuz, işte bu defa da ilçe Belediyesi vur deyince öldürdü.
Tanyerli’nin tango plağını hoyratça kırarak iki aydan beri Beyoğlu’nu öksüz bıraktı.
Üstelik milletin ağzı torba değil ki dikesin. Âni yasak tam Ramazan arifesine rastladığı için işi alkole bağlayan ve benim asla inanmak istemediğim rivayetler gırla gider oldular.
Lüzumsuz! Lüzumsuz ve yersiz, çünkü tüm Türkiye’nin şehirli kültürüyle pırıldaması en önce, tangoların o öncü Beyoğlu’nda kaldırımları ve kalabalıkları ışıldatmasından geçer!
Paylaş