18 Ocak 2011
CUMARTESİ günü burada yayınlanan ve “Türk modeli, Tunus kopyası” başlığını taşıyan yazıyı her zamanki gibi cuma öğleden sonra nihayetlerinde göndermiştim.
Makalenin içeriğinde de bu ülkeyi yirmiüç yıldır diktatörlükle yöneten Zeynel Abidin bin Ali’nin geri adım attığını ve argo tabirle, hazretin “suyunun ısındığını” belirtmiştim.
Neyse, tuşa bastım yazı gitti ve içim rahat, hafta sonu rehavetine girdim.
Ama mesleki deformasyon kanıma işlediğinden, yine adet-i veçhile, şu son birkaç saat zarfında dünya hangi ahvali yaşadı diye gece vakti internet haberlerine bir defa daha baktım.
AAA o ne, kuş kafesten kaçmış! Uçuvermiş.
Daha bu sabah “görevimdeyim” demiş olan o bin Ali tası tarağı topladığı gibi tüymüş
Vakıa hazretin Suudi Arabistan tarafından buyur edildiği henüz bilinmiyor.
Kimi ajans Sicilya’ya, kimisi de Paris’e gitti şeklinde şayia yayıyor ama şu kesin ki Tunus’un despotu kelle korkusundan ülkeyi apar topar terk etmiş ve şimdi ben ne yapacağım?
ÖYLE, çünkü birazdan mürekkebe dönüşecek olan yazımda Zeynel Abidin efendinin “yolcudur Abbas” durumunda olduğunu tabii ki bilhassa vurgulamıştım.
Yazının Devamını Oku 15 Ocak 2011
GALİBA dört – beş yıl var, Tunus hakkında iki ayrı tahlil yapmıştım.
Bu ülke Türkiye gündemine hiç girmediği için de sıradan analizler sayılması gerekirdi.
Oysa kıyametler koptu!
EVET kıyamatler koptu, çünkü birincisinde zahiren liberal–laik görünüme rağmen aslında Tunus’un totalitarizm sınırındaki bir diktatörlükle yönetildiğini vurgulamıştım.
“Ebedi şef” durumundaki Zeynel Abidin bin Ali ve bilumum familyasının Mağribi devlette “nepotizm” denilen tarzdan bir akraba tahakkümü kurmuş olduğunu ifade ettim.
Zenginliklerin aile efradı tarafından yağmalandığını kaydettikten sonra da tablodaki pembe sathiliğe aldanmamak gerektiğini ve ülkenin eninde sonunda patlayacağını belirttim
Diğerinde ise BM Bilgi Toplumu Zirvesi’nin burada yapılmasına ateş püskürmüştüm.
İnterneti sansürlü devlet nasıl seçilir diye köpürmüştüm ki, sen misin bunları yazan!
ÖYLE, zira o sıra Ankara’da görev yapan Tunus Büyükelçisi küplere binmiş.
Yazının Devamını Oku 13 Ocak 2011
YILBAŞI arifesi Brüksel’e gittiğimde gördüm. Guy d’Arezzo Meydanı’na ve birbirleriyle karşı karşıya iki kocca heykel dikmişler.
Geçen sene orada olmadıklarına göre demek ki yeni sayılırlar.
Hazdan büyülendim, heyecandan titredim ve estetikten kamaştım!
ÜÇ metre yükseklikleri ayağa kalktıkları varsayıldığı takdirde iki misline çıkacak olan bu heykellerden biri çömelmiş, diğeri ise eğilmiş vaziyette iki sumo güreşçisini tasvir ediyor.
Şu meşhur Japon sporunu kastediyorum.
Hani balina filetosu bifteğiyle semirtilmiş dev cüsseli adamların kısacık bir süre birbirleriyle kapıştığı ve uzaktan uzağa da bizim yağlı güreşi andıran Asya adası idmanı vardır ya, işte eserlerin yaratıcısı olan Fransız hanım bu sportif dalın pehlivanlarına form vermiş.
MESAFE olarak objeler arasında hayli geniş bir park sathı bulunuyor.
Yukarıda ise kafesten kaçıp her nasılsa Belçika başkentinin hazin iklimine alışmış Afrika papağanlarının yıllardır yuva yaptığı yüksek kestane ağaçları yer alıyor.
Fakat yine de pozisyona geçmiş iki heyula heykel sanki hakemin işaretini bekliyorlar.
Gong vurduğu an atağa geçecekler de rakibe el ense çekecekler.
Tekrarlıyorum, hazdan büyülendim, heyecandan titredim ve estetikten kamaştım.
MÜZİK teorisyeni bir Ortacağ keşişinin adını taşıyan ve benim Brüksel yıllarımdaki mahalleme de nispeten yakın olan bu Arezzo Meydanı şehrin şıkıdım bir semtinde yer alır.
Zaten alana bakan ve sol pencerelerinden iki heykeli de gören Türkiye Büyükelçiliği resmi konutu başta, bazı sefarethane ve konsolosluklar yukarıdaki mıntıkaya yerleşmişlerdir.
Artı, bütün çevre ya çok kunt ve çok ağırbaşlı yapılarla, ya da Belçikalıların “üstat evi” tabir ettiği cinsten ve konak yavrusunu andıran burjuva malikâneleriyle donanmıştır.
Her halükarda, dekor deyimin tam anlamıyla sonsuz bir “derin Avrupa’dır”!
KABUL, bahar vakti aşk çığlıkları duyulan o kaçak Afrika papağanlarını ve akşam vakti sancak indirimi yapılan o elçilik bayraklarını hariç tutalım.
Fakat bunların dışındaki her şey inanılmaz ölçüde Kıta’nın batısıyla özdeşleşir.
Bırakın Japon güreşlerini ve sumo pehlivanlarını falan, son tahlilde yine Avrupa olan Tuna coğrafyasını bile hatırlatacak bir alamete, bir mimariye, bir çağrışıma dahi rastlanmaz.
İşin özü, Brüksel’in kentsoylu, hatta asil bir Arezzo Meydanı’yla Tokyo’nun popüler, hatta avam bir “honbaşo” stadını uzlaştıracak görsel ve duygusal hiçbir bağ mevcut değildir!
İNTERNETE girdim ve mahalle gazeteleri dâhil bütün Belçika medyasını taradım.
Yukarıdaki çelişkiden dolayı acaba o sumo heykellerini “ucube” diye sıfatlandırmış bir devlet adamı, bir siyaset erbabı, bir yerel yönetici; ne bileyim ben bir belediye encümeni üyesi, hatta belki bir sanat uzmanı falan çıkmış mı diye akla karayı seçtim.
Yok, yok, yok! Tek bir Allah’ın kulu bile mini minnacık bir eleştiri dahi getirmemiş.
Aksine, övgüden geçilmiyor. Mahalle sakinlerinin methiyesi bitmiyor.
Ahali de benim gibi hazdan büyülenmiş, heyecandan titremiş ve estetikten kamaşmış.
O estetik ki hem beş hissi de kapsayan bir adap terbiyesidir, hem bir usul kültürüdür.
Uzun bir süreçte, önyargısız bir zihinde, geniş bir ufukta ve ciddi bir disiplinde oluşur.
Estetik insan beynine gökten zembille, sumo heykeli de Brüksel parkına ayetle inmez!
Umarım ki ne demek istediğimi anlatabilmişimdir.
Yazının Devamını Oku 12 Ocak 2011
İKİ gündür belirttiğim gibi, komünizmin çöküşüyle birlikte ve stratejik bir kararla, eski Doğu Bloğu ülkeleri öyle ince elenip sık dokunmadan AB bünyesine dâhil edildiler.
Yukarıdaki acelecilik de kaçınılmaz olarak onların sorun ve zaaflarını Brüksel’e taşıdı.
Nitekim de güncelliğinden dolayı şu an “Macaristan meselesi” ilk plana çıkıyor.
GÜNCEL, çünkü söz konusu devlet 1 Ocak’ta Topluluk dönem başkanlığını devraldı.
Oysa Budapeşte’deki sağ ve milliyetçi hükümet “Avrupa değerleri”ni çöpe atıyor.
Şu kadarını sayayım: Bizim RTÜK’ü bile solda sıfır bırakan ve basını prangaya vuran otoriter yasa bir; krizi yabancılara yükleyen ağır vergilendirme iki; Çingeneler başta Macar etnisiteden olmayan azınlıkları ayırımcılığa tabi tutan gizli pratik de üç, Viktor Urban iktidarı hem AB legalitesiyle, hem de etiğiyle çelişen siyasetleri uygulamakta tereddüte düşmüyor.
Bu durum da diğer yeni üyelerin zaten hiç bitmeyen öteki sorunlara tuz biber ekiyor.
Dolayısıyla, “esas eskiler”in yine “esas Avrupa” orkestrası Frenc Liszt’in “Macar Rapsodisi”ni icra etmek yerine, yirmi yıl önceki aceleciklerine yüksünerek “oy neyledik, neyledik / sizi bağrımıza taş eyledik” cinsinden bir yakında türküsüyle saç baş yoluyor.
BU yakınmanın âlemi yok! Zira hayat seyrini sürdürecek. Geriye dönüş de olmayacak.
Yazının Devamını Oku 11 Ocak 2011
MALÛM, yarı kendi kabahatinden, yarı “öteki” dışlamasından Türkiye eşikte dursun, komünizm çöktükten birkaç yıl sonra eski Doğu ülkelerinin hemen hepsi AB üyesi oldular.
Hatta bazıları “avro” para birimine ve Schengen denetim alanına bile dâhil edildiler. Şu an Brüksel’de henüz bayrak dalgalandırmayan bu tür kökenli devletler Slovenya hariç müteveffa Yugoslavya cumhuriyetleri ve Arnavutluk ve Moldovya’yla sınırlı kalıyor.
Fakat onların da eli kulağındadır dersek fazla yanılgıya düşmüş sayılmayız.
ÖTE yandan yukarıdaki üyelik süreçleri aslında çok büyük bir hızla gerçekleşti.
Ne öyle kıl kırk yarıldı, ne de mazideki pratiğin aksine, kadı kızında kusur arandı.
Çünkü söz konusu ülkelerin Topluluk’a katılım kararı stratejik eksende belirlendi.
Yaşlı Kıta’nın boyunu aştı ve Yeni Dünya’daki “süper güç” de denkleme dâhil oldu.
Dolayısıyla, hem demokratik yapılanma ince elenip sık dokunmadı; hem de daha düne kadar AET kısaltmasıyla ekonomik boyuta odaklanan kurum iktisadi verileri kasten es geçti.
Yazının Devamını Oku 8 Ocak 2011
KİTAP önümde yok mealen aktaracağım. Büyük Ortaçağ tarihçisi Marc Bloch o çok ünlü “Feodal Avrupa” adlı başyapıtında aşağı yukarı şu ifadeyi kullanır:“Yanlış kanaatin aksine, geçmişte Yaşlı Kıta’yı esas korkutanlar ne Cermen barbarlar, ne de İslam Berberiler olmuştur. Avrupa’yı tir tir titretenler Macarlardır”.
Bloch bu saptamanın ardından da, Ural civarından yola çıkıp sonsuz stepler kat eden ve nihayetinde de Tuna boyuna yerleşen; daha doğrusu Hıristiyan koalisyon tarafından oraya püskürtülen Asya kökenli kavmin gerçekleştirdiği akınları, yağmaları, katliamları sıralar.
İMDİİ, “anti-Macar” girizgâhla başladığım için Attila soyundan inen ulusa husumet beslediğimi düşünmeyin. Bu antipatimi de “bilimsel” temele oturtmak istediğimi sanmayın.
Hâşâ ve tam tersine, çünkü aslında Macarlara karşı çok ciddi bir yakınlık hissederim.
Bir kere, 3. kat komşumuz olan ve 1956’daki Sovyet işgalinden sonra kapağı zar zor İstanbul’a atan Margit Teyze’nin her Pazar hazırladığı “palaçinka” gözlemelerin tadı hala damağımda duruyor. Sonraları en kalantor Peşte lokantalarında bile aynısını taam edemedim.
Diğer taraftan, ta 1971 yılında ve ilkin Çekoslovakya, ardından da Romanya üzerinden Macaristan’ı batıdan ve doğudan iki defa kat ettiğimde öylesine bir rahatlama hissetmiştim ki!
Yine Rus kuklası olan ama pragmatik bir uygulama sürdüren parti şefi Janoş Kadar o 1956 isyanından beri komünizmin “gulaş”, yani “karnı tok, sırtı pek” tariflisini pişiriyordu.
Dolayısıyla hem Buda kahvelerinde nohut kavurması değil gerçek kahve vardı, hem de masalardaki rüzgâr Prag ve Bükreş’teki totaliter karabasana kıyasla ferah feza esiyordu.
Yazının Devamını Oku 6 Ocak 2011
BİREYLER gibi devletler de dostlarını seçmekte özgürdürler. Tercih keyfe kalmıştır. Kimse kimsenin gırtlağını “sen şunla al takke ver külâh olacaksın” diye sıkamaz.
Fakat buna karşılık aynı devletler düşmanlarını seçmekte özgür değildirler!
Burada tercih yoktur. Bir edilgenlik durumu vardır.
Yani eğer herhangi bir kişi, örgüt veya ülke söz konusu devleti kendi iradesi dışında hasım addediyorsa, ona “sen git, başkası gelsin” denilemez. Böyle bir lüks bahşedilmemiştir.
Savaşsa savaş; muhatapsa muhatap; müzakereyse müzakere ve barışsa barış, bütün alternatiflerde karşı taraf o olacaktır ki, işte Türkiye için de PKK ve Apo budur.
OYSA tamamen onunla özdeşleştiği ve kendisinden bağımsız düşünülemeyeceği için yukarıdaki PKK’dan bile önce, yukarıdaki Apo’nun varlığı büyük bir talihsizlik oluşturuyor.
Bu, sırf İmralı kiracısının çağ ve hayat dışı bir Stalinist ideolojiyle donanmış olmasından kaynaklanmıyor.
Aynı zamanda ve bilhassa, dün burada sıraladığım ve Öcalan’da çok ciddi düzeye ulaşan ruhi araz ve travmaların vahim bir klinik vakaya dönüşmüş olmasından kaynaklanıyor.
Zaten bana sorarsanız da onun Ada’dan ziyade dört başı mamur bir sağlık kurumunda yatması ve Freud kanepesine uzanarak upuzun bir psikanalitik tedaviden geçmesi gerekiyor.
Kaldı ki, yukarıdaki talihsizlik yalnız Türkiye’nin başına patlamıyor.
Özellikle Kürt halkı açısından geçerlilik taşıyor.
Çünkü muhtemeldir ki aynı Kürtlerin sonsuz meşru ve haklı aidiyet tescili talebi PKK ve Abdullah Öcalan yerine bir başka kurum ve kişi tarafından yönlendiriliyor olsaydı, işler şimdiki raddeye varmadan çok önce belirli bir çözüm rotasına doğru kavis çizmiş olacaktı.
KABUL de, başta dediğim gibi herhangi bir düşmanın, rakibin veya hasmın irade dışı ve nesnel varlığını yine nesnel bir gerçeklik olarak kabullenmek zorunluluğunu ne yapacağız?
Sevelim veya kızalım; okşayalım yahut dövelim; alkışlayalım ya da küfredelim, PKK da, Apo da birer vakıa oluşturuyor. Dağdaki de, adadaki de bizden bağımsız olarak oradalar.
Değiştirmek ve başkalarıyla ikame ettirmek gibi lüksümüz yok ve olmayacak.
Dolayısıyla, eldeki özne ve malzeme bu olduğuna ve görünür gelecekte de farklılık arzetmeyeceğine göre, onları yok varsaymakla hiçbir yere varılamaz ve varılamayacaktır.
Mademki ruhen megaloman ve psikopat, siyaseten de Stalinist ve fanatik olmasına rağmen Öcalan geniş Kürt kitleler tarafından “lider”, “ilâh”, “mehdi” ve nihayet “Apo” olarak algılanıyor ve onlara söz geçiriyor, çaresiz biz de onunla “iş bağlayacağız” (!).
Üstelik yukarıdaki mecburiyet istisnai bir olgu da oluşturmuyor.
Fi tarihinin Bask milliyetçisi ETA veya İrlanda milliyetçisi IRA yöneticilerini şöyle üstünkörü tartın, Madrid’in ve Londra’nın metazori muhatap kabul ettiği bu “kodamanlar”ın da PKK önderiyle ciddi psikolojik benzerlikleri taşıdığını hemen fark edersiniz.
DİĞER taraftan, muhtemelen Apo’daki şahsi ve ruhi zaafları kısmen sezinlemelerine rağmen aynı Kürt kitlelerin aynı Apo’yu ilâhlaştırmasına da empatiyle bakmak gerekiyor.
Zira o Kürtler de “ilâh toplumu”nda yaşıyorlar. Ortak modeli ayrı şahısta üretiyorlar.
Psikolojideki “baba”yı arayış imgesi “amca” anlamındaki “apo”yla özdeşleşiyor.
Öte yandan, belki yöntemi onaylamasalar bile yine aynı Kürt kitleler Sorun’un temel gündem maddesine dönüşmesinin PKK ve Öcalan sayesinde gerçekleştiğini tabii ki biliyorlar.
Dolayısıyla da bilhassa ikincisine karşı muazzam bir “vefa borcu” hissediyorlar.
Psikopatlığı, megalomanlığı, despotluğu yukarıdaki atılıma kıyasla hiç addediyorlar.
İşte “Apo meselesi”ni bu çerçevede okumamız ve soğuk gerçeği görmemiz gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 5 Ocak 2011
APO müritlerine son olarak “demokratik özerklik” talebi konusunda papara çekmiş.
İmralı sakini “niye böyle değil şöyle yapıldı” diye yine peygamber kelâmı buyurmuş.
Eminim, heyhat onun rotasından çıkamayan ve görünür gelecekte de çıkabileceğine ihtimal vermediğim Kürt Milli Hareketi şimdi tekrar bir “düzeltme hareketi”ne girişecektir.
Girişecektir ki, “emir ve görüşlerinize hazırım” tekmilinde kusur olmasın.
AŞAĞIDA aynı Apo’ya ve benim ona ilişkin kanaatime dair bir alıntı yapacağım.
1988 yılına uzanan bu sahneyi o dönem “PKK avukatı”, hatta “sağ kol” diye bilinen Hüseyin Yıldırım geçende tesadüfen rastladığım kitabına yazmış. Aynen aktarıyorum.
“MEHMET Ali Birand gittikten sonra Cumhuriyet Gazetesi adına Hadi Uluengin, Öcalan’la görüştü. Ben bu görüşmede bulunmadım.
Görüşme bittikten sonra Uluengin yanımıza geldi. (…)
Yazının Devamını Oku