Paylaş
Hatta bazıları “avro” para birimine ve Schengen denetim alanına bile dâhil edildiler. Şu an Brüksel’de henüz bayrak dalgalandırmayan bu tür kökenli devletler Slovenya hariç müteveffa Yugoslavya cumhuriyetleri ve Arnavutluk ve Moldovya’yla sınırlı kalıyor.
Fakat onların da eli kulağındadır dersek fazla yanılgıya düşmüş sayılmayız.
ÖTE yandan yukarıdaki üyelik süreçleri aslında çok büyük bir hızla gerçekleşti.
Ne öyle kıl kırk yarıldı, ne de mazideki pratiğin aksine, kadı kızında kusur arandı.
Çünkü söz konusu ülkelerin Topluluk’a katılım kararı stratejik eksende belirlendi.
Yaşlı Kıta’nın boyunu aştı ve Yeni Dünya’daki “süper güç” de denkleme dâhil oldu.
Dolayısıyla, hem demokratik yapılanma ince elenip sık dokunmadı; hem de daha düne kadar AET kısaltmasıyla ekonomik boyuta odaklanan kurum iktisadi verileri kasten es geçti.
Nitekim hatırlıyorum, Polonya’daki ilk dönüşümleri izlemek için 1 Eylül 1989 sabahı Varşova’dan Gdansk’a giderken tren penceresinden öküz sabanı süren köylüleri seyretmiştim.
Onların inanılmaz hızla AB tarımına entegre olacağını rüyamda görsem inanmazdım.
Dolayısıyla şimdi çok rahatlılıkla şunu söyleyebiliriz ki, evet, yukarıdaki stratejik karardan ötürü eski Doğu devletlerine Ortak Pazar üyeliği konusunda açık “iltimas geçildi”.
ANCAK yine de karar öz itibariyle doğruydu. Nitekim de doğruluğunu kanıtlıyor.
Velev ki ABD’de de devreye girmiş olsun, bir “ana motor”da Kohl, diğer “ana motor”da Mitterrand, AB bütün tarihinin en hayati virajını dönmek cesaretini gösterdi.
Zira Yaşlı Kıta’yı bölen “Duvar”ın çöküşünden sonra aynı Kıta’yı yeniden ve acilen yekpare kılmak gerekiyordu. Kaçacak zaman yoktu. Dün çok erkendi, yarın çok geç olacaktı.
Konjonktürün yarattığı anlık momentumdan yararlanmamak fırsatın heba edebilirdi.
Her neyse, işler iyi kötü rayına oturduğuna bunların üzerinde artık fazla durmayalım ve yalnız SSCB intihar ettiğinde AB’nin topu topu oniki üyesi olduğunu, oysa bugün onun iki katından bile fazlasıyla yirmiyedi başkentin bünyede yer aldığını hatırlamakla yetinelim.
TABİİ, yukarıdaki “hızlı şişmanlama” ciddi sorun ve zaafları da beraberinde getirdi.
Hayır, bununla ilk “kurucu babalar” tarafından hedeflenen ve esas olarak da Ortaçağ Karlman İmpatorluğu’nun etnik, dini ve kültürel coğrafyasıyla özdeşleşen bir Avrupa Devleti ütopyasının söz konusu “Doğu’ya genişleme”yle birlikte mezara girdiğini kastetmiyorum.
Bu “ütopya” zaten çoktan suya düşmüştü. Üstelik de Manş Denizi’ne düşmüştü.
Çünkü, Dover kayalarındaki beyazlığa atfen coğrafyasına Latincede “Albion” denilen ve kuyruk acısından ötürü de Fransızların bunu mecazi bir “kalleş Albion”a dönüştürdüğü İngiltere ne zamanki 1973 yılında AET’ye üye oldu, “rüya” (!) işte daha o an bitmişti.
Zira ada devleti 1939’dan beri kaderini ait olduğu kıtayla değil ABD’yle birleştirmişti.
Londra Topluk’a girince de, o Kıta’daki Calais’le o Ada’daki Folkestone arasındaki bir yerlerde satha gömülmüş olan ütopya su altı akıntılarla Batı Atlantik sahillerine ulaştı.
Yani, Yeni Dünya’dan ayrı bir Eski Dünya projesini haniyse kırk yıl önce sıfıra indi.
BU takdirde, yukarıdaki “Avrupa ütopyası”nın ölümünü eski Doğu Bloku ülkelerinin AB üyeliğiyle birlikte doğan ciddi sorun ve zaaflara fatura etmek büyük haksızlık olur.
Ama Budapeşte dönem başkanlığından ötürü cumartesi günü “Macar Rapsodisi”yle girizgâhını yaptığım o sorun ve zaaflar duruyor. Kakofonik tınılar tüm AB’de kulak tırmalıyor.
Demokrasi kültürü eksikliğinden kaynaklanan bu fos notaları solfeje yarın yazacağım.
Paylaş