Aklıma Emin Çölaşan’ın kitabının adı geldi: "Önce insanım, sonra gazeteci." Bir süredir, bunun bir hayat felsefesi olması gerektiğini düşünüyorum. Ne olursanız olun.
Önce insan olamamışsanız, mesleklerin, gelinen konumların, süslü koltukların hiçbir önemi yok. Okurum Hanzade Servi diyor bunları bana yolladığı yazıda. Ve benim de bir süredir endişelendiğim bir noktaya değiniyor. İnsanlığımızı kayıp mı ediyoruz giderek? Merhamet ve duyarlılığımızı bir kenara mı attık? Bizi giderek bencilleştiren, çevremize, insanlığa, ülkemize, milletimize her şeye karşı son derece duyarsız, ilgisiz, uzak ve sevgisiz yapan nedir? İnanın, merak ediyorum.
Düşünün. O gün, iş yerinize gittiğinizde havalandırmadan bir feryat yükseliyor: "İmdat! Kurtarın beni! Yardım edin!" Bir refleksle hemen sağa sola bakıyorsunuz. Ama herkes işine devam ediyor. Kimse çığlıkları duyuyor gibi gözükmüyor. İlk aklınıza gelen şey, "acaba delirdim mi" oluyor. Sonra, "İnsanın içinden de bu kadar net bir çığlık gelmez" diye düşünerek, bilgisayarın önünde gayet rahat çalışan bir iş arkadaşınızı dürtüp "Duyuyor musun" diye soruyorsunuz. "Biri feryat ediyor; yardım istiyor." "Hıııı," diyor gözlerini ekrandan ayırmadan, "Biri hafta sonunda boşluğa düşmüş. İki gündür bağırıyor..."
Kimsenin umurunda olmaması karşısında kolları sıvıyorsunuz. Bu insanı kurtarmak gerek. İşte o an, herkesin dikkatini çekiyorsunuz. Size bağırıyor, kızıyor, onu kurtarmanıza izin vermiyorlar. Sebep? İş aksar. Hatta birisi diyor ki: "Daha önce de olmuştu böyle bir şey. Orada bağırdı, bağırdı öldü. Cesedi yüzünden işyeri kaç gün koktu."
Korku filmi gibi, değil mi! Stephen King’e yakışacak cinsten bir senaryo... Peki size buna çok benzeyen bir olayın yaşandığını söylesem? Rüyada, senaryoda, değil, gerçek hayatta.
Çığlık çığlığa yardım isteyen bir canlının feryatlarını duymadan işlerine devam eden ve siz o canlıyı kurtarmaya çalışırken size hakaretler yağdıran insanların, kapınızın az ötesinde olduğunu söylesem... Üstelik bu insanların tiyatrocu ve tiyatro seyircisi olduğunu da eklesem. Dünyanın en güzel mesleklerinden birini yapan ve sırf bu yüzden harika kalplere sahip olduğuna inandığım insanlar onlar. Hep ayakta alkışlanan ve ayakta alkışlanmayı en çok hak edenler...
İnsansanız, bir canın değerini bilirsiniz. Çünkü bu bilgi, siz doğarken malzemenizden çalınmamışsa eğer, yüreğinizde vardır zaten. Şöyle bir bakın içinize. Eğer acıma, merhamet ve yardım üçlüsüne rastlamazsanız, insanlığınızda bir sorun var demektir. İşte o zaman, tıpkı anlatacağım olaydaki tiyatro seyircisi, Mihriban hanımın yaşadığı gibi şeyler yaşayabilirsiniz.
BAK ŞU KEDİNİN YAPTIĞINA!
Yer, Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu. Bir yavru kedi, tiyatro salonunun havalandırma boşluğuna düşmüş. Canı yanmış, aç, susuz. Deniyor ki, bu kedi iki gündür ciyak ciyak bağırıyor; tiyatroda oyunlarını sergileyen ekip ise hiçbir şey yapmadan provalara devam ediyor.
Ve oyunun sahneleneceği gece.... Seyirciler oturmuş, perde açılmış. Yavru kedi, acı içinde ağlıyor. Belki inanmayacaksınız ama oyuncular gayet rahat oynamaya, seyirciler de izlemeye devam etmiş. Anlamı, "beni kurtarın" olan bu miyavlamayı duymazdan gelmişler. Rahatsız bile olmamışlar!
Seyircilerden Mihriban Hanım oyun arasında yönetmen ile konuşmuş. Bir şey yapılamayacağını, kedinin provalarda da miyavladığını, daha önce de aynı yere sıkışan bir kedinin öldüğünü, oyunlarını leş kokusu içinde oynamak zorunda kaldıklarını söylemiş. Vay adi kedi!.. değil mi? Hem günlerce bağırıp kulaklarınıza tecavüz etmiş, hem de ölüp ortalığı kokutmuş. İster misiniz bir de "Tiyatrodaki Hayalet" gibi uçup seyircileri korkutsun!
Mihriban hanım ve birkaç duyarlı seyirci, itfaiyeyi aramış. Peki diğer seyircilerin tepkisi ne olmuş dersiniz? Oyunun ikinci yarısını izlemeleri, bir canlının hayatının kurtarılması sebebiyle 20 dakika geciktiği için bağırıp, hakaretler yağdırmışlar.
İşte girişte yazdığım korku filminin gerçek hayattaki şekli. Küçücük bir ayrıntı dışında senaryo aynı. Havalandırma boşluğundan bağırıp imdat isteyen, bir insan ya da bir bebek olsaydı aynı şey mi yaşanacaktı?
Bir canlı, insan ya da kedi acı içinde yardım istiyor ve kimsenin umurunda değil... Oysa söz konusu olan bir "can." Aklıma Emin Çölaşan’ın kitabının adı geldi: "Önce insanım, sonra gazeteci." Bir süredir, bunun bir hayat felsefesi olması gerektiğini düşünüyorum. Ne olursanız olun. Önce "insan" olamamışsanız, mesleklerin, gelinen konumların, süslü koltukların hiçbir önemi yok.
Yavru kedi kurtarıldı, Mihriban hanım onu evine aldı. İsmini Lorca koydu. Eğer o olmasaydı, Lorca da bağıra bağıra ölüp tiyatroyu kokutacak, oyuncuları ve seyircileri "rahatsız edecekti." / Hanzade Servi, www.kedimveben.com/bahce.htm