Değerli Feyza Algan Hanımefendi. İyi günler dileklerimle başlamak istiyorum söze; içten ve sevgi dolu. Kendi köşemde harflerimle sarmaş dolaş olmak elbette ki zevkli, bu zevki siz de bilirsiniz.
İzin verirseniz, kelimelere dönüştürmeye çalıştığım duygularımı sizinle de paylaşmak istiyorum. Kesinlikle köşenizi meşgul etmek değil düşüncem. Siz onca sıkıntılı, dertli insanın umut ışığı olmak için çabalarken, ben elbette ki köşenizi ve sizi oyalamak istemem. Kalemle kağıdı sarmaş dolaş etmeyi seven bir insan olduğunuzu düşünerek, sadece paylaşmak istiyorum kurduğum cümleleri. Hani soluğumun dar geldiği zamanlarda kocaman, derin soluklanabilmek için. Hepsi bu. Sağlık ve sevgiyle hoşça kalın.
‘Bir hafta önce kutlandı 20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü. Pek çoklarımız için sıradan bir gün. Yaşandı bitti denilecek, yirmi dört saatlik zaman dilimi... Kimimiz, ana-baba sıfatına isteksizce, gönülsüzce bürünmeye çalışırız. Hani yaşam şartlarımız normal, imkanlarımız da pek mükemmeldir. Ama çocuğumuzun sevgisinden, sorumluluğundan bihaber yaşarız. En fazla soyadımızı veririz. Bir de, nüfus kağıdındaki haneleri doldururuz; baba adı, ana adı vs vs...
Konu, yalnızca ana baba ihmaline uğrayan çocuklar değil elbette. Dünya çocukları, tüm çocuklar! Ve onların yok saydığımız, umursamadığımız hakları. Açlık sınırındaki ülkelerin çocukları. Süt kokacakken tenleri, savaşın ortasında kan ve barut kokusuna bulanan savaş çocukları. Taciz edilip; ruhları ve bedenleri sömürülen çocuklar. Kimi mavi-pembe tüller içerisinde mışıl mışıl uyuyan; kimi koynunda iki satırlık mektupla soğuk ve karanlık sokağa bırakılan çocuklar. Kucağındaki oyuncak alındığında ağlamaktan çekinen, sessiz kalan çocuklar. Ve bunlara inat; eline oyuncak diye tabanca verilip sokağa gönderilen çocuklar. Kimi, kapılarda acı çeken, ağlayan, kırgın, küskün çocuklar. Kimi mutlu, sağlıklı ve gülen çocuklar.
Üzgünüm, haklarınızı tam olarak bilmiyorum. Haklarınızı korumak için de, hiç ama hiçbir şey yapamıyorum; kaygıyla beklemekten başka! Aranızdan bazıları, hiç olmazsa televizyonun arka kapağından içine ekmek kırıntıları doldurabiliyor; ‘Oradaki çocuklar açlıktan ölmesinler’ diye. Oysa ben onu da yapamıyorum. ‘Hiç olmazsa yaşanası bir dünya bırakabilsem, tertemiz soluklu, mavi ve yeşille kucak kucağa olsa’ diyorum. Ve yalnızca sizin hakkınız olan, gelecek kavramını, daha bu günden tüketmesem.
Ve sevgili çocuklar; şimdi hepinize rengarenk kelebeklerle seslenmek istiyorum. Tüm çocuklara ve kocaman insanların, yüreklerinde sakladıkları minik çocuklara! ‘Haydi bakalım. Gözlerimizi yavaş yavaş kapatıyoruz. Avuçlarımızı açıyoruz. Ve parmaklarımıza konacak kelebekleri hayal ediyoruz. Önce, baş parmağımıza konan beyaz kelebek, yavaş yavaş açıp kapatıyor kanatlarını. Sonra işaret parmağımıza pembe kelebek konuyor yavaşça. Orta parmağımıza mavi kelebek dokunuyor sessizce. Yüzük parmağımızdaki sarı kelebek, sırtında birleştiriyor kanatlarını ve öylece bekliyor. Serçe parmağımıza konan kırmızı kelebek en küçükleri! Tüm parmaklarımızda rengarenk kelebekler, birbirlerine sevgi ve barış sözleri fısıldıyorlar. Onlar böyle fısıldaşırlarken ne oluyor biliyor musunuz? Daha önce görmediğimiz bambaşka kelebekler, rengarenk kanatlarını çırparak uçmaya başlıyorlar. Pembe, sarı, beyaz, mavi, yeşil, kırmızı; rengarenk! Ve parmaklarımızda fısıldaşan kelebekler teker teker uçmaya karar veriyorlar, önlerinden uçup giden kelebeklerin peşine takılıyorlar. Hep beraber, bulutlara, güneşe doğru kanat çırparak yükselmeye başlıyorlar. Tüm kelebekler sevgi bulutlarının içine doğru uçup saklanıyorlar. Ertesi günün sabahında, sevgi bulutlarının içinde saklanan tüm kelebekler, barış yağmurlarının damlacıkları olup, yeryüzüne yağmaya başlıyorlar. Sevgi bulutlarından yağan barış damlacıkları... Ve sizler sevgi yüklü barış yağmurlarının bereketi ile beslenip büyüyorsunuz. Yüreklerinizde sevgi, düşüncelerinizde hep barışın izleriyle... / Emel Aygören Şen
Çok sevgili, artık dostum da diyebileceğim meslektaşım.
Tacize uğrayan, körpe vücutları iğrenç ellerde kirlenmiş çocuklar, ana babası ayrılmış, dipsiz bir kuyuya düşmüş gibi korkak, ürkek yaşamaya çalışan çocuklar, bir günah çocuğu olmanın suçsuzluğunu bir kimsesizler yurdunun soğuk taş duvarları arasında bir çile gibi çeken çocuklar, alkolik babanın dayağından sızlayan vücudu ve yaşadığı dehşet duygularıyla, ruhunu ve çocukluğunu gömmüş o çocuklar... Hepsini çok iyi tanıyorum. Bana gelen yüzlerce mektupta hepsinin acısı, sızısı, umutsuzluğu gizli.
Bu duygu dolu satırlarınız, geçtiğimiz günlerde Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan birkaç fotoğrafı getirdi aklıma. Irak’ta Amerikalı askerler, 4-5 yaşlarındaki minicik çocukların üzerlerini arıyorlardı. Çocuklar minik kollarını havaya kaldırmış, askerin kaba ellerinin üzerinde gezinmesini, bu işkencenin bir an önce bitmesini diler gibi, izliyorlardı. Çocukların havaya kalkmış, teslimiyet içindeki minik elleri beni nasıl yaraladı, bilemezsiniz. Aynı çocuklar, belki de bir süre önce ailelerinden birilerinin sokak aralarında öldürüldüğünü de görmüş olabilirlerdi. Bir başka fotoğrafta, kadın asker minicik bir bebeğin üzerini aramış, sonra da yanağını yanağına yapıştırmış, öpüyordu. Belki de annesini, babasını yine bu kanlı savaşta kaybetmiş, kimsesiz bir bebecikti bu. Geleceği olmayan bir bebek.
Bir kez daha savaşların en çok çocukları vurduğunu düşündüm. Ve yine tüm dünyada barışın hüküm süreceği, çocukların asla savaş görmeyecekleri günleri hayal ettim. Çocukların kelebeklerle oynaşacakları, çocukluklarını doya doya yaşayabilecekleri, barış dolu günler dileğiyle.