Bu yazının, özellikle orta yaşa ulaşmış, bir dönemin o çok değerli taş plaklarından yayılan, belki de şimdikilere pek bir anlam ifade etmeyen o unutulmaz şarkıları hatırlayanları ilgilendireceğini sanıyorum.
Belki inanmayacaksınız ama bu öykünün yazarı henüz 23 yaşında gencecik bir insan. Ama sanki bizlerin çağından, o romantik ve heyecan verici dönemden gelir gibi... Bu eski şarkılar, bizleri nasıl heyecanlandırıyorsa, nasıl geçmişe götürüyorsa, ona da aynı duyguları aşılıyor. Mine Bahadır hem benim sadık bir okurum, hem de ilerde iyi bir yazar olacağının sinyallerini veren, duygu dolu gencecik bir kız. Bu yazı, onun ilk kitabından; aşkı, özlemi, öfkeyi, tutkuyu tüm içtenliğiyle ve gerçekçiliğiyle ve geçmişe duyduğu özlemle yazdığı denemeler kitabından. Umarım bu satırlardan benim kadar keyif alırsınız.
‘Unutturamaz seni hiçbir şey, unutulsam da ben; her yerde sen, her şeyde sen, bilmem ki nasıl söylesem, neşemde sen hüznümde sen, bilmem ki nasıl söylesem...’ Eskiler ne güzel söylemişler. ‘Ne varsa nostaljide var, eskilerde var’ derdi annem.
Çocukluğumda dedemin kütüphanesindeki tozlu taş plakları, eski kitap ve mecmuaları; iki kişi arasında yaşanan o büyük aşkları anlatan, siyah beyaz fotoromanları karıştırmak o zamanlar yapmaktan zevk aldığım tek uğraştı. Zeki Müren, Hamiyet Yüceses, Safiye Ayla isimlerini ilk kez o taş plaklarda okumuştum. ‘Sahibinin Sesi’ idi o plaklar.
Artık dedem yok; o plaklar nerede bilmiyorum, o gerçekmiş gibi görünen aşk fotoromanları, o kağıt kokan sarı yapraklı antika kitaplar, o büyük beyaz kütüphane yok... Sanki geriye bir ben kalmışım, bir de o unutulmayan, unutturamayan eski şarkılar.
Ben seni hep o eski nostaljik şarkılarda sevdim bir tanem. Seni tanımadan önce, o şarkıları ilk dinlediğimde Yalova’daydım, yine deniz kenarında bir başınaydım. Aylarca kaldım o sessiz sahil kasabasında, hem yalıda hem ovada.
Daha çocukken yalnızlığa alışmıştım, daha küçükken denizin delisi olmuştum. Daha büyümeden bütün o şarkıların müptelası olmuştum. Daha seni hiç görmeden, daha seni hiç bilmeden.
‘Her yer karanlıkken, inleyen nağmeler ruhumu sararken, içimdeki özlemi uyutamıyorken, söyleyin yıldızlar sevdiğim nerede, derken, enginde yavaş yavaş gülün minesi solarken, gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar, yeryüzünde sizin kadar yalnızım diye ağlarken...’ Dedem şaşırırdı beni bu şarkıları dinlerken, sözlerini defterime yazarken görünce. Bir anlam veremezdi, daha çok küçüktüm çünkü; karşılıksız hisler için ağlamak ve o eski siyah beyaz fotoromanlarda gördüğüm aşkların, tutkuların hayalini kurmak için. Daha çok erkendi o şarkıları içime sindirip, hafızama ekleyip, dinledikçe acı çekmek için.
Hayatım boyunca her şeye erken başladım ben. İnsanlar hep geç kalmaktan şikayet ederken; ben hep zamanı gelmeden başlamaktan yakındım. Acı çekmeye erken başladım; hayal kurmaya, yanımdaki boşluğu dolduracak birini aramaya, istersem dilediğim her şeyi başarabileceğime inanmaya çok erken başladım. O eski kitaplarda, taş plaklarda, nostaljik şarkılarda başladım ilerde bana çok büyük acılar yaşatacak imkansız kavramlara inanmaya.
Sevgiye ne kadar erken inanmaya başladıysam, seni de o kadar erken tanıdım. Seni ne kadar erken tanıdıysam; ihaneti, umutsuzluğu ve düş kırıklığını o kadar erken öğrendim. ‘Sen bir ömre bedelsin’ derken, ‘Her şeyimi boş yere mi verdim?’ diye ağlıyordum.
Bu hayatta her şeyin bir bedeli vardır bir tanem, bunu biraz geç öğrendim, ama senden öğrendim; şarkılardan değil. Çünkü bir gün sessizce, habersiz, sebepsiz çıkıp gittin. ‘O bir gölgedir, varlık sanırsın’ diyordu o şarkı, çekip gittiğin o yağmurlu günde. Seni yaşamaya, senin için yaşamaya erken başladığım için seni hiç tanımıyordum, bilmiyordum belki de.
Yaşamımda her şeye erken başladığım için bu kadar çabuk ve acımasızca kaybediyordum... Gidiyordun ve bana erkenden öğretiyordun ihaneti, bencilliği ve kimsesizliği; bu korkunç sessizliği, bu şarkılara sığındığım zavallı ümitsizliğimi. ‘Yazık olmuş o gözlerden sana akan yaşlara’ diyordum haykırarak, ‘Bu aşka canımı adayacağım, yeter ki gel bana senede bir gün...’ diyordum yalvararak. Beni bu çocukluğumda öğrendiğim şarkılarla öyle büyük bir yalnızlığa mahkum ettin ki, artık yaşadığım bütün acıların suçunu hep erken öğrenişime, erken inanmaya başlayışıma atıyordum.
O siyah beyaz fotoromanlardaki tutku dolu aşklar yıllarca girdi rüyalarıma, hayallerime, umutlarıma. O taş plakları dinlemeye, o hisleri, o arayışları erkenden yaşamaya başladığımdan beri sanki taş basıyorum bağrıma senelerdir. Gün geçtikçe isyan ettirdin, bazen hayal kurdurdun, bazen unuttun, bazen hüzünlendirdin, bazen heveslendirdin, bazen sevindirdin.
Artık taş plaklar yok, fotoromanlar yok; o zamanlar kurduğum o fazla masum ve bencil hayaller yok. Sen de yoksun. Zamanında hep erkenden tanıdığım, yaşadığım hiçbir şey yok artık yanımda, ama değerlerinden hiçbir şey kaybetmediler.
Seni ne kadar derin bir tutkuyla, ne kadar erken bir saplantıyla sevdiysem benden bir o kadar kaçan sen oldun. Tek sığınağım, ne varsa onlarda var diye söylenen, o eski şarkılar oldu. O şarkıları çocukluğumda, seni ise o şarkılarda buldum. Ve anladım ki, bir çocuğun bir varlığı sevebileceği en masum, en saf ve derin duygularla sevmişim seni.
Ne varsa eskilerde var, ne varsa erken yaşamışlığımda var, ne varsa ve yoksa, hiç olmadığı kadar sende var. Sende benden bir parça var. Bana yazdığın o şarkının derin sözlerinde gizli bizim ortak yanımız, her şeye erken başlayışımız ve hüzün dolu yalnızlıklarımız... Ne seni, ne de o şarkıları çıkartabilirim hayatımdan, çünkü onları çok erkenden öğrendim ben; istesem de silip atamam kalbimden! / H. Mine Bahadır