Paylaş
Ama Ankara ziyaretimde okuyucular “Ülke kur, vatandaşı olalım” gibi şakalar yapınca konuya daha detaylı bir açıklama getirmek farz oldu.
Son kitabın adı ‘Memleketi ben kurtaracağım’ ya... Söyleşilerde, imza günlerinde ciddi ciddi “Siyasete girecek misiniz? Ya girsenize”, “Memleketin sizin gibilere çok ihtiyacı var”, “Başbakan olsanız hayatımız ne güzel olur”, “En azından bir milletvekilliği be, hadi be gülüm” gibilerinden tavsiye, ısrar hatta baskılara maruz kalıyorum.
Üç gün önce Ankara’ya gittim ve Türk siyasetinin merkezini yıllar sonra tekrar görme fırsatı buldum. Bu vesileyle, niye istesem de siyasetçi olamam, ana başlıklarla açıklamak isterim...
Ankara’nın kapısından giresim yok
Çünkü kapılar çok kötü! Şimdi sorum şu: Belediyenin yaptığı Ankara’nın kapılarının manası nedir? Daha doğrusu niye? Veyahut, ne vesileyle?
Belediye başkanı hoş bir fikir olduğunu düşünmüş ki kente beş adet kapı kondurmuş. Yalnız benim bildiğim şehir kapısı, kalelerle, duvarlarla çevrili şehre kontrollü giriş çıkış olsun diye yapılan, güvenlik amaçlı, tarihi bir yapıdır. Modern zamanlarda şehir kapısı filan yoktur. Bir de bu kapıların hepsi döneminin en yüksek sanatıyla, en ince el işçiliğiyle süslenmiştir. Ankara’nın kapılarıysa estetik olarak da gözlerimi yaşarttı. Daha doğrusu önce kapıları gören gözlerim yandı, sonra yaşardı. Belki Osmanlı’nın, Bizans’ın tarihi kapılarını hatırlayıp duygulandığım içindir. Kapıları görmezden gelip şehre girince de yani nasıl desem, bir İstanbullu için Ankara doğal güzelliğine hayran olunan bir şehir değil. O bakımdan Ankara’da yaşama fikrine heyecanlanmıyorum.
Dilimin kemiği yok, her dakikam potlara gebe
Ankara’ya uçakta Diyanet İşleri Başkanı’yla gittim, Sağlık Bakanı’yla döndüm. Ankara’ya giderken, sadece televizyonda gördüğün siyasetçilerle burun buruna olma imkânı güzel. Ancak hep ilk sırada oturduklarından, orada olduklarını sonradan fark ediyorsun. Bu kötü.
Dönüş uçağında 45 dakika sürmesi gereken yolculuğumuzun sonu, Atatürk Havalimanı’nın ‘iniş sırası’ azizliğine takıldı. İstanbul üzerinde havada tur atmaya başladık. Bu turlar, üstelik de kötü hava ve sallantı eşliğinde o kadar uzadı ki bir noktada ben gerçekten küçük ekranlarda gösterilen reklamdaki gibi Gotham şehrine gidiyoruz sandım. 1 saat 20 dakika havada döndük durduk! ‘Çıkçık’lar, ‘rezalet yahu’lar gırla... Bir beyefendi, ön tarafa gelip host’ları bu sonsuz yolculuk sanki onların suçuymuş gibi sert sert azarladı. Şişmiştik hakikaten. Bense dayanamadım, yanımdaki arkadaşım ve etrafın gülümsemelerinden cesaret alıp “Ankara-İstanbul iki saat, hayaldi gerçek oldu” dedim. İnsanlar kikirdedi. Ve fakat meğer önümde Sağlık Bakanı oturuyormuş. Olsun. Ulaştırma Bakanı oturuyor olsa daha kişisel alabilirdi.
Sabırsızım, isyankârım...
Ancak esas şaştığım şu oldu. O havada döndüğümüz ekstra 1 saat 20 dakikada koskoca Sağlık Bakanı, ne öfledi, ne şikâyet etti ne de hostesi çağırıp “Ne kadar varmış” filan diye sordu. Ben bakan olsam, benden 1 saat 20 dakika çalacak babayiğit bulamazsınız, çıksın bakalım karşıma! Sağlık bakanı olmuşum, günde 20 saat çalışıyorum, çözecek bin tane problem var, THY iniş yeri bulamadı diye beni havada 80 dakika gezdirecek ha? Alınlarını karışlarım! Girerim kokpite, pilota derim ki “Canım kuleyi bağla bana, Bakan Gülse Birsel arıyor de, derhal Maldivler’den gelen uçağı havada dolaştırıp bizi öne alsınlar, memleket meselesi bu, derhal dedim!” Allah biliyor da vermiyor bazı mevkileri bazı tiplere. Bakınız: Ben!
Tabii aynı ben, doğru, haklı, iyi bildiğim işlerde de ne başbakan dinlerim ne cumhurbaşkanı, burnumun dikine gider, “Ne talimatı abim, bu benim işim, kimse karışamaz” der, bildiğimi yaparım. Otoriteler biliyor da vermiyor bazı mevkileri bazı tiplere. Bakınız: Ben!
Günde on toplantı, beş açılış, yirmi yedi seçmen ziyareti... Ben ertesi gün görevden alınmamı rica ederim. “Yav antin kuntin şeylerle uğraştım, bir tane iş yapamadım, rezaletim, beni salın gideyim” derim. Dizi filan yaptığım zamanlar babamlara ayda bir gidebilen insanım. Oysa bizim siyasetçiler daha ‘cool’, daha sosyal insanlar. Bütün ziyaretlere, açılışlara filan yetişiyorlar.. Milletvekillerinden Meclis’e sadece oylamalarda uğrayabilen, bu denli sosyal, bu denli günlük programı dolu insanlar var misal. Ben yapamam.
Özgüvenim yok...
Dizi yazarken bir oyuncu “Bana öyle bir tirad yazmışsın ki ezberlerken öldüm” dese, binbir şekle girip “Ama yani... Kem küm... 40 yılda bir oldu... Yani 130 dakika yazmak da zor... Onun üçün...” filan diye ezilip büzülen, küçülüp kedi kadar kalan insanım. Oysa bazen ülkede insanlar mecazi anlamda değil, gerçekten ölüyor. Sorumlularsa hiç benim gibi ezilip büzülmüyor. Eskisinden daha vakur tavırla, çıkıp bunun bir komplo olduğundan, dış ülkelerde de benzerlerinin yaşandığından veya Allahın takdiri, kader filan olduğundan dem vuruyorlar. Çelik gibi sinirlerle koltuklarına sımsıkı ve eskisinden de yüksek bir enerjiyle yapışıp “Tüm önlemler alınmıştı, her şey mükemmeldi, hiçbir eksiğimiz, kusurumuz yoktu” diyorlar. Bu optimizm, bu dinamizm, bu özsevgi özsaygı, bu kendine güven, tanıdığım kimsede yok! Bende zaten yok!
Sevgili okuyucular, siyasete girmeyeceğim. Beni olduğum gibi kabul edin, memleketi olduğumuz yerden kurtaralım...
Paylaş