Sovyetler Birliği’nde dahi çocuk olarak özel eğitimden geçiyor. 18 yaşında bir ameliyat sırasında ölüp tekrar hayata dönüyor. UNESCO ile dünyanın bir çok yerinde bulunuyor ve en son Türkiye’ye aşık oluyor ve kalmaya karar veriyor. Bir çok eseri, film müzikleri, besteleri, kitapları, müze organizasyonları, televizyon programları var ve tüm bunları müthiş bir farkındalık ile gerçekleştirerek insanlara olumlu etkiler bırakıyor.
Yüzde Yüz İlham Veren Sohbetler’de müziğini, işini, hatta varlığını insanlık için en üst ve iyi niyetlerle gerçekleştiren çok özel bir sanatçı olan Anjelika Akbar ile gerçekleştirdim.
- Anjelika hanım, bir çok kişiye ilginç gelen bir detay ile bizleri tanıştırdınız. İki piyano ile konser veriyorsunuz, neden?
ANJELİKA AKBAR: En son çıkan ‘Ahenk432" (432 Hertz) adlı albümümden yola çıkarak dinleyicilerimle bunu paylaşıyorum. Çok uzun bir konu ama kısaca bahsedeceğim. ‘Her İnsan Bir Bestedir’ adlı kitabımda da bu konudan kısaca bahsediyorum. Bundan yaklaşık 100 yıl kadar önce dünyadaki bütün müzik enstrümanları bir dayatma sonucunda 432 Hertz iken 440 Hertz’e çıkarıldı. Oysa ki 432 Hertz insana en uygun olan, insanı doğaya ahenkli bir şekilde yaklaştıran frekansıdır. 440 ve üzeri Hertz’te dinlenen müzik insanı daha asabi, gergin ve agresif yapıyor. Müzik eğitimi gören çoğu insan bile bu konuyu bilmiyor, çünkü konservatuvarda bu bilgi net olarak verilmiyor, bilinsin istenmiyor. Ben bunun farkındalığını yaratmak istiyorum. Konserlerimde biri 440, diğeri 432 Hertz’e ayarlanmış farklı iki piyanoda örneğin ‘la’ tuşuna basarak ne kadar farklı olduklarını gösteriyorum. Ayrıca konuşulmayan çok önemli iki unsur var:
Sık röportaj vermediğini biliyordum ama özellikle duygulanarak anlattığı, ‘çok az kişi bilir’ dediği çocukluk anısında yaşadığı o hissi umarım satırlarıma aktarabilmişimdir... ‘Başka da bir yerde anlatmam’ dedi. Metafor vardı o anlattığında. Batı’ya döndüğü yüzünde, dünyayı sığdırdığı müziğinde o coşkuyu, duyguyu görmemek mümkün değildi.
Yüzde Yüz İlham Veren Sohbetler’de çok özel bir isim olan, yeni vizyona giren ‘Türkler Çıldırmış Olmalı 2’ filminde oynamış, dünya müzik insanı Burhan Öçal’ın içini açtığı, azmin ve sanat tutkusunun hikayesini okuyacaksınız. Keyifli okumalar...
- Burhan Bey sizi yakalamakta zorlandım, hiç durmuyorsunuz… Hiperaktif misiniz?
BURHAN ÖÇAL: Duramıyorum mümkün değil, böyle doğmuşum. Bir şeyle meşgul olmadığımda hayatı çok sıkıcı buluyorum.
- Evrim bey, popüler kültürün dışında ama kendine ait sıkı takipçisi olan bir müzisyensiniz. Baştan başlasak ve müzik çizginizi, kalitenizi korumak adına geçirdiğiniz süreçlerden bahsedebilir misiniz?
EVRİM DEMİREL: 1977 İzmir doğumluyum. Besteci, caz piyanisti ve eğitmenim. Güzel sanatlar lisesinde viyolonsel ve piyano çalmaya başladım. Cazla tanışmam 12-13 yaşlarında oldu. Bilkent Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi’nde kompozisyon okudum, ardından Hollanda'ya gittim. Rotterdam Konservatuvarı’nda hem caz piyano hem de klasik kompozisyon çalıştım ve iki lisans diploması aldım. Sonra Amsterdam Konservatuvarı’nda yüksek lisans yaptım. Hollanda, Avrupa'nın diğer ülkelerine göre caz sahnesi bakımından oldukça aktif ve önemli bir ülke. Hollanda bana bestecilik ve caz piyanistliği anlamında çok şey kattı, bir vizyon ekledi hayatıma. Toplam yedi yıl orada yaşadım ve sonra İstanbul'a döndüm. İstanbul'da Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda kompozisyon üzerine sanatta yeterliliğimi tamamladım ve daha sonra doçent oldum. 2021’de profesörlüğümü aldım. 2022’den bu yana da İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Caz Ana Sanat Dalı Başkanıyım.
- Hocam piyasada alaylı yetişmiş müzisyenlere o kadar çok alışmışız ki müthişsiniz. Bu kadar eğitim, sevdiğiniz işin hakkını vermişsiniz. Peki neden viyolensel değil de piyano oldu?
EVRİM DEMİREL: Yaptığım müziği oluşturan en önemli unsurun eğitim olduğunu söyleyebilirim. Türkiye’de ve Hollanda’da okuduğum müzik okulları bakış açımı belirlememde etkili oldu. Piyano ile kendimi en iyi şekilde ifade edebildiğimi düşünüyorum. En geniş olanaklara sahip müzik aletlerinden biri piyano. Aynı zamanda, çok çeşitli müzik türlerini icra edilebileceğiniz bir çalgı. Doğaçlama yapmak için size müthiş bir alan tanıyor. Tüm çalgılar gibi piyano da sürekli çalışma gerektiriyor ve bu da aslında müziğin cezbedici yanlarından diyebiliriz. Piyanoda genelde caz çalışsam da Bach, Beethoven, Mozart hep elimin altında. Ne zaman müzikal bir sıkışma dönemi yaşasam hemen klasiklere sığınırım. Bach olmazsa olmazlarımdan. Popüler kültüre karşı değilim ama gençlik yıllarındaki “Rock” hayranlığımı saymazsak, ilgimi hiç bir zaman çekmedi diyebilirim. Nadir örnekleri dışında nitelik olarak çok vasat buluyorum.
Seda Bağcan, ODTÜ Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü’nü bitirdikten sonra ailede yaşanan bir rahatsızlıkla beraber spiritüel yolculuğuna başlıyor. Duru İşiti denilen bir yeti ile ve müzikte en yüksek, en pozitif frekans aralıklarında müziğini oluşturuyor. Bağcan, dünyanın farklı mistik coğrafyalarında yüz binlerce kişiyle konserler ve spiritüel çalışmalar yapıyor. Çok sevdiğimiz Selda Bağcan, sanatçının halası olur.
Yüzde Yüz İlham Veren Sohbetler’de müziği, çalışmaları, söylemleri ile insanlık yolculuğunda kendisini şifaya aracı olmaya adamış, dünyanın tanıdığı, Grammy’ye aday gösterilen Seda Bağcan’ın hayat dersi niteliğinde gerçekleştirdiğimiz röportajımızdan umarım aynı keyfi siz de alırsınız. Okurken lütfen çok tatlı, sakin ve huzur veren, gülmesi, kahkahası bol bir sesi hayal edin.
Huzurlu bir hafta sonu olsun.
- Hocam psikolog olarak mutlaka üzüldüğünüz dönemler oluyordur. Bu ruh halinden nasıl çıkıyorsunuz?
MEHMET ŞAKİROĞLU: Üzüntü ve mutsuzluk değerli duygulardır, kötü gün dostudur, üzgünsem bir nedeni vardır diye düşünür ve duyguyu yaşarım. Psikolog olmam da bu konuda yararlı. Psikoloji benim için bir meslek değil. O yüzden psikolojiyi hobi olarak yapıyorum. İnsanı tanıma yolculuğu benim için... Çok keyifli bir yolculuk. Mesleğin sana heyecan veriyorsa, mesleğini hobileştirebiliyorsan, ona para kazanmak ya da prestijle ilgili anlam yüklemez, hayatı keyiflendirmesiyle ilgili bir anlam yüklersen zaten enerjini kaybetmezsin. Çalışan insanların enerjilerini kaybetmesinin nedeni profesyonellik tanımını yanlış yapıyor olmalarıdır.
- Sözlük anlamı ile değil de, sizin algıladığınız şekliyle psikoloji nedir?
MEHMET ŞAKİROĞLU: Psikoloji, insan davranışlarının bilimsel metodoloji ile açıklanabileceğini savunan bir bilim dalı. Mesela kişisel gelişimde, instagram psikologlarında, astrolojide, yaşam koçluğunda bilimsel metodolojiye sıkışmak gibi bir dert yok; ucu açık, rahatsın. Uydur gitsin. Aklından geçeni doğru bilgi olarak söyleyebilirsin. İşte psikolojiyi anlamlı ve değerli kılan bu sıkışma halidir. Sıkışınca derinleşiyorsun! Diğer alanlar yüzeysel, ilgi çekici söylemler üretir ama anlamlı olan derinleşebilmektir. Bir psikolog bilimsel metodolojiye sıkıştığı için, bir biyolog gibi yaşam korkularına büyüteçlerle bakıyor. İşte bu derin bir bilgi daha değerli ve uzun süreli olabiliyor. Benim için psikoloji herkesin hayat hakkında bir fikri varken, bilimsel metodoloji ile bulgu yaratabilen bir alandır. Çok eğlenceli, ilgi çekici değil ama doğruluk sadece psikolojide vardır.
AŞK KURGU BİR DUYGUDUR
- Hocam, hormonlar psikolojimizi ne kadar etkiliyor?
MEHMET ŞAKİROĞLU:
HER ŞEYİM YANDI!
- Ali bey, tiyatronuz da yıllardır ayakta devam ediyor, kaç yıl oldu?
ALİ POYRAZOĞLU: Tiyatromu 50 yıldır hiç kapatmadan devam ediyorum. Geçen sene büyük bir felaket yaşadık. Bütün depolarımız yandı. Teknik tesisatımız, mikrofonlar, spotlar, ses masaları, ışık masaları, altı oyunun dekoru, benim büyük bir resim ve kukla koleksiyonum, 50 yıldır biriktirdiğimiz her şey yandı. Bütün yatırımım bu yangında gitti!
- Geçmiş olsun...
ALİ POYRAZOĞLU: Teşekkürler ama ben bunu büyük bir kriz haline getirmedim. ‘Ben bu krizi de yönetirim!’ dedim ve yola devam ediyorum. Tiyatro repertuarım da altı tane oyunum var. Bu oyunlarımızı değişik yerlerde oynuyoruz. İstanbul’da oynuyoruz, turneler yapıyoruz. Tiyatro devam ediyor. ‘Bir Yastıkta’ adıyla yeni bir oyun koyduk. Bir de bu sene Kültür Bakanlığı’nın düzenlediği Kültür Yolu Festivali için İzmir’e geldim ve bu şehir için özel bir şey yapmak istedim. ‘İmbat Türküsü’ oyununu yazdım, sahneledim ve oynadım.
Kendisi ‘Michelin’ yıldızının yanı sıra ‘Yeşil Yıldız’ın da ülkemizdeki tek sahibi. Türk mutfağını, uluslararası başarıları ile dünyaya tanıtan, işini aşk ile yapan başarılı bir isim. Mutfakta sertlik, küçümseme, kaos ortamı yerine; kendini geliştirmeye, ekibe, Ar-Ge’ye ve profesyonelliğe adayan Maksut Şef’in sakin ve mütevazi yapısı sayesinde bu mesleğe olan algım tamamen değişti. O kadar yoğun bir temposu vardı ki, kendisini yakalamakta zorlandım. Tanıdığıma da çok memnun olduğum Maksut Şef’i “Yüzde Yüz İlham Veren Sohbetler”de siz okuyucularımız ile baş başa bırakıyorum. Sofralarınızdan lezzet, bereket ve sohbet eksik olmasın!
BAHARAT YOLU
- Oldukça sakin görünüyorsunuz, bu sizin meslekte avantaj olsa gerek?
MAKSUT AŞKAR: Dezavantaj olduğunu söyleyemeyeceğim.
- Hataylısınız, gastronomiye olan ilgi DNA kodlarınızda mı var?
MAKSUT AŞKAR: Bu DNA ile değil, coğrafya ile alakalı bir şey. Siz nasıl burada, Ege’de ot yemeği seviyorsanız, coğrafya size neyi veriyorsa onu benimsiyorsunuz. Biz de orada, coğrafya bize ne veriyorsa onu yemeyi seviyoruz. Bir taraftan baktığınızda baharat yolu orada bitmiş. Doğudan gelen birçok baharat, bölgenin mutfağını etkilemiş. Böyle bir mutfakta büyüdüğünüz zaman, bir de lezzetli olunca niye yemeyesiniz ki?
MÜZİK BENİM ANADİLİM
- Çok renkli bir karaktersiniz... Başarı için tek şeye odaklanmamız gerektiği söylenir hep. Sizin bunu kırmanız zor oldu mu?
ŞEVVAL SAM: Ben biraz gezgin ruhluyum. Bu yüzden bu bakış açısını çok da umursadığımı söyleyemem; tek hedefim başarı olmadı çünkü. Sanat benim için hayatı algılayış biçimi. Sanatçı, beyaz ışığı gökkuşağının renkleriyle görme yetisiyle gelmiş bir yapıdır. Ben de bu hediye ile gelmiş biriyim. Bu gerçekten bir hediye; böbürlenmek için değil; sadece bu, var olan paketin içinde... Tabii insanın hem yapabildiği hem de sevdiği işin aynı olması büyük bir şans. Bunların üzerine aktif olarak yaptığınız iş de aynı ise başarı zaten organik olarak geliyor. Dolayısıyla önce insanın kendini nasıl ifade etmek veya varlığını tezahür ettirmek istediğini bulması gerekiyor. Bu yüzden ben hep ne yaptıysam, öncelikle kendim için yaptım ve yapıyorum. Müzik benim için bir ifade, bir konuşma dili. Hatta anadilim diyebilirim. Kendimi en iyi, müzikle ifade edebiliyorum. Öte yandan güzel sanatlar mezunuyum. Okul bana kesinlikle bir estetik disiplin kazandırdı. Hayatımın bir noktasında görsel sanatlara dönmek istiyorum. Resim yapmayı da çok özledim. O başka bir meditatif süreç. Oyunculuk da öyle... İnsana dair bir sürü keşif alanı. Bizler insan hikayeleri anlatıyoruz. Ben kendi sürecimde hayatı deneyimledikçe, o hikayeleri daha iyi anlatmaya başladım. Az önce dediğim gibi müzik benim için bir ana dildir; bana müzikle her şeyi anlatabilirsiniz... Hep şöyle derim: ‘Kuşlar uçar, Şevval şarkı söyler’... Şarkı söylemek benim için bu kadar doğal bir ifade yolu. Ama şu çok net; sanatın dokunabildiğim her dalı, hayat yolculuğumda bana rehberlik etti; hayatı algılayış biçimimi oluşturdu.
- Leman Sam gibi muhteşem bir sanatçı annenin kızısınız. Kendi anneliğinizde onu prototip aldığınızı düşünüyor musunuz?
ŞEVVAL SAM: Anneliğim annemle benzerlikler taşıyor tabii ki... İnsanın gördüğü neyse, uyguladığı da o olabiliyor. Oradaki en ince çizgi şu: Bu kadar güçlü bir figürden bağımsız, kendimi var edebilmem ve kendime ait bir yol çizme sürecim zannedildiği kadar kolay olmadı. Ama bizde şöyle bir şey vardı; annem bize kendi parmak izimizi keşfetmeyi öğretti. 9 milyar insan varsa, 9 milyar farklı parmak izi var öyle değil mi? Her şeyim aynı olsa bile kendime ait bir DNA şifrem ve bir parmak izim var. Özgünlüğünüzü keşfedebilirseniz, yaptığınız her şey sadece size ait olacaktır. Bir anne olarak ben de bu bilgiyi organik bir biçimde Taro’ya da aktardım tabii ki... ‘Özgür ve özgün’ yetiştirme farkındalığında bir annenin kızı olarak kendimi çok şanslı hissediyorum. Bu böyle olmasaydı yolculuğumda kendi parmak izimi bulmam çok daha zor olurdu. Öte yandan benim cesur bir yapım da var. Risk almaktan, hata yapmaktan hiç korkmadım. Çok küçük yaşlardan itibaren insanların gözü önünde büyüdüm. Tüm yanlışlarım organik bir biçimde herkesin gözü önünde cereyan etti. Herkes benim bu gelişim ve büyüme sürecime şahit oldu, zor dönemler de oldu ama ne yapalım... Benim hikayem de böyle gelişti. Ama ben hikayemi seviyorum.
- Tüm bu anlattıklarımız aslında iddialı olmayı da gerektiriyor ama sizin iddianız çevre ile değil tamamen kendi içinizle gibi görünüyor…