Kendine iyi bak: Yaşarken!

Arabayla Dolmabahçe’nin oradan Levent’e uzayan bir yolculuk esnasında fark ettim. Şehrin içinde yol alırken şehri izlemeyi çok ertelemişim. İyi bir müzik, tarihi duvarlar.

Haberin Devamı


Nükhet Duru’dan “Adamların Adamı” çalıyor. Ölümsüz bir Sezen Aksu şarkısıyla bu yaş bu yaşama feda olsun diyorum.
98 yılının korkunç bir yazında geldim buraya. Kamyonun önünde oturuyordum. Dört saat sürmüştü yolculuk. Klimanın üstüne konulan çıplak ayakları, eşyalarımızı taşıyan amcaların bana ağlıyorum diye İstanbul’u anlatmasını hatırlıyorum.
İstanbul’a gelirken de ağlıyor insan. İstanbul’da yaşarken ve hatta terk ederken de...
Haklıyız. Şikayetimiz hiç bitmez bu şehirle. Köylüsü, şehirlisi, değişik topraklısı hepimiz esnaf adı altında büyümüşüz.
Sokak köşelerinde uyuyan teyzeler vardı. Kadıköy’ün eski dansözü Suna, şarkıcısı Nermin...
Gönlü zengin bu şehrin.
Sanatı bol. Ermeni bir dostum var. “Dedem Beyoğlu’nun en meşhur yumurtacısıydı” dedi. Herhalde 86 doğumlu biri olarak biri söylemese hayatta duymayacağım bir cümle.
Son kullanma tarihinin basılmadığı yumurtalar. Son gününü bilip de zaten o yumurtayı sana yedirmeyecek olan, birbirini seven bir kalabalık. Hayal meyal hissediyor insan.
Burası hep tutkulu bir şehir oldu.
Her köşesinde özellikle son birkaç haftamızda, birkaç yılımızda iyice ümidi kestik kendimize ayırdığımız zamanın kıymetinden.
Ne var ne yoksa atıyoruz hayatımızdan. “At! Kurtul şehrin yükünden! Kaosundan!” diye başlıklarla rahatlatıyoruz kendimizi. Gittiğimiz bütün kişisel gelişimler bize “yüklerinden kurtul, omuzlarından at” diyor.
Ne tuhaf! Oysa bir yerde bir kaos varsa insan merak eder, üstüne gider ve dünya böyle değişir değil mi?
Dünyayı değiştiremeyenlerin yüzyılı demek.
Orta diye bir yol yok. Ortayı bulan yok. Ortada kalakalan çok.
Bu kurtulacağımız yükler, ortada mı kalsın yani? Bilen de yok.
Son yıllarımızı, tavırlarımızı tamamen siyaset içeriklerinin motivasyonu yönetiyor. Akşam haberlerinden sonra meyve tabağı ve çay yapası geliyor mu insanın, gelmez. Zaten az sonra sosyal medyaya düşecek bir şiddet videosu bütün yediklerini kusturur.
“Omuzlarından at yükü, kurtul”muş! Yok kardeşim!
Ne ise yüküm ben sahip çıkmak istiyorum ona!
Hatta bilmek istiyorum!
Küçücük bir odada sorunumla ve sorumluluğumla baş başa kalmak istiyorum! Çirkinin, yoksunun gözüne, eksikliğin özüne bakmak istiyorum. Vicdanıma sarılıp, bir sokak kedisinin takdirini almadan ölmek istemiyorum.
Bu küçük ve maneviyatı yüce değerlerle ilgileniyorum.
Sevilmek istiyorum.
Çok net. Görülmüyor mu?
Kutlamalarda, davalarda, küçük mutluluklarda avuçlar arasından süzülen güvercinler dışında sahip olduğumuz bir gökyüzü varsa, belki de aynalarla kaplı koca koca binaların bize yansıttıklarından başkası değildir...
Sanki sofra adabı bilmeyen bir çocuğa “Ağzın kapalı çiğne” der gibi gözlerimizi büyüterek bakıyoruz ülkemiz insanının haline.
“O da bir çocuktu nihayetinde” diyerek, içimizdeki şefkati acıyarak ve utandırarak değil “yerine koyarak” uyandırıyoruz.
Kendimizi istemeden teslim ettiğimiz değil, kendimizi paylaştığımız bir çoğunluğuz.
Üstelik ilkel olan benliğimiz.
Karakterimiz değil.
Ya da 17’nci yüzyılın acımasız yaşam koşullarıyla savaşan, bu yüzden bazı ahlaki taarruzları görmezden gelen yabani bir ortamda da yaşamıyoruz.
İnsanoğlu dediğin yaşadığı zamanı temsil eder. Bu zamanın insanları olarak bir şekilde birbirimize mesajlar veriyoruz. Verildiği görülüyor. Alındığı görülüyor mu bilmiyorum.
Yaşadığını biliyoruz yalnızca.
Kanser de yaşamak isteyen bir hücre, ne tuhaf. Acılar içinde, yalvararak ve kendi haklı mücadelesini vererek yaşamak istiyor.
Bazen kazanıyor, bazen kaybediyor. İçimize ne olduğu ne kadar da mühim.
Yine de yaşamak için, üstesinden gelmek için onca savaşa, onca yürek yakıcı kayboluşa, göz göre göre ölen “iyiye” bakıp, insanı sevmeye devam ediyoruz.
Çünkü birbirimiz olmadan bir “hiç”iz. Aslında o hiçliği yakaladığımızda da “tek bir şeyiz”.
Değerliyiz.
Şimdi, sormak istediğim bir soru var. Kalbimden: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi neden kapatılıyor? Böyle bir konunun gündemde olması, içindeki kendini koşulsuz sanata adamış genç yürekleri, hocaları üzmez mi?
Şarkı bitiyor.
Gideceğim adrese geliyorum.
Bu sıra ev taşıyorum zaten. Yüküm çok. Şehrin koca binalarına yeni işin toplantısına gidiyorum.
İçimden geçeni de kimseye anlatmıyorum...

Haberin Devamı

Bir kendin olmak ikonu olarak: Mabel Matiz

Haberin Devamı

Uzun zamandır beklediğim Mabel Matiz albümü çıktı. Sabi Saltıel ile ortak prodüktörlüğünü üstlendiği albümün her şarkısı bambaşka bir hikayenin kalıntısı adeta.
İnsanların karşılaştıkları yeni türler ve yeni sesler karşısında kendilerini tehdit altında hissedip, karşılarındaki “özel” şeyi anlamlandırırken çokça hırpaladığı bir çağın içinde Mabel Matiz, Aleyna Tilki, Cem Adrian gibi isimler hikayeleri ve duruşlarıyla çağımızın en tatlı ve en nitelikli yetenekleri oldular.
Mabel’in ilk çıktığı zamanı hatırlıyorum. O kadar kendine has bir sesi vardı ki, onu dinlemek için uzun bir yol alıp, yolun sonundaki siyah duvara kulağınızı dayayıp o tatlı sesi duyabilir, şarkı sözlerindeki sırdaşlığa eşlik ederdiniz.
Müzikte aldığı yol kadar şarkı sözlerinde de kendi devrimini yarattı Mabel. Bu albümde Ortadoğu’dan tutun anneye, babaya, yalnızlığa, dansa, aşka, umuda, umutsuzluğa dair çok şarkı bulacaksınız. Kendine has tarzıyla da bu yazın gördüğüm şık albüm kapağı diyebilirim.
Altın Kelebek ödüllü Anıl Can’ı bir kez daha tebrik etmek gerekiyor. Bir albümde en az 9 hit şarkı olur mu, olur. Harika bir hediye verdin bize Mabel, teşekkür ederiz! İşte size sevdiğim şarkı sözlerinden:
“Zeki Sezen Ajda Tarkan
Barış Aysel Müjde Türkan
Onlar değmiş gökyüzüne
Kimmiş korkan yıldızlardan”

Yazarın Tüm Yazıları