Bir suikasta giden İsveç’in unutulmaz Dışişleri Bakanı Anna Lindh anısına, Akdeniz’in iki kıyısında kültürel diyaloğu sağlamak için kurulan vakfı.
Barcelona Süreci’ni canlandırır diye düşünülmüş.
Neden Anna Lindh, neden İskenderiye?
Çünkü Anna Lindh, ölünceye kadar kuzeyle güneyin işbirliği için çalışmıştı.
Çünkü böyle bir merkezin, Akdeniz’in güneyinde olması bölgenin insanlarına biraz heyecan katabilirdi.
Onları işin içine çekebilirdi.
Bunları söyleyen geçenlerde Barcelona’daki Euro-Med Zirvesi sırasında karşılaştığım vakfın direktörü Dr. Traugott Schoefthaler.
Dr. Schoefthaler, Bavyeralı Alman.
UNESCO’nun Almanya Ulusal Komisyonu genel sekreteri olarak savaş sırasında Bosna’da bulunmuş.
Avrupa ile Arap dünyasının yakınlaşması için çalışmış.
‘Balkanlar’daki korkunç savaşı gördükten sonra hoşgörü sözüne inanmıyorum. Bu sözcüğü kullanmaktan vazgeçtim. Taraflar arasında eşit düzeyde ilişki kurmak daha önemli’ diyor.
Söylediği bir şey daha var Dr. Schoefthaler’in.
‘Kültürel farklılıkları öne çıkarmak savaşları kışkırtır.’
BOSNA’NIN ÖĞRETTİĞİ
Bosna-Hersek deneyimlerini anlatıyor.
‘Yüzyıllarca yan yana yaşadıkları halde Müslüman Boşnaklar ve Ortodoks Sırplar birbirlerinin dinsel ve kültürel geleneklerini hiç bilmiyorlardı.’
Bu gerçekten yola çıkılarak şimdi Bosna-Hersek’te okullarda tüm dinlerin öğretilmesine gayret ediliyormuş.
Birbirini önce tanımak.
Karşısındaki hakkında bilgilenmek.
Anna Lindh Vakfı’nın en büyük hedefi bu.
‘Farklı kültürü ya da dini tanımamak hem Arap ülkelerinin, hem de çoğu Avrupa ülkesinin sorunudur. Bu durumu değiştirmezsek insanların uyumlu ve saygı içerisinde birarada yaşamaları mümkün değil.’
Dr. Shoefthaler ile konuştuğum gün yanında iki kişi var.
Biri Mısırlı danışmanı Azza Nardini, diğeri Türk Nilgün Mirze.
Nilgün Mirze, İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın Kurumsal İletişim Yönetmeni.
Aynı zamanda Anna Lindh Vakfı Türkiye ağının başkanı.
Yani vakfın Türkiye temsilcisi, İKSV.
Nilgün Mirze vakfın kurulma aşamasından beri işin içinde.
‘Brüksel’de Avrupa Parlamentosu’nda vakfın ilkelerini tartıştığımız günü hatırlıyorum. Henüz kurulacağına ilişkin karar filan yok ortada. Yan odada Avrupalı parlamenterler kararı tartışıyor. Biz toplantımızı bitirmeden birileri odaya daldı. Vakfın kurulduğu müjdesini verdi’ diye anlatıyor.
STK’LARIN SÜREÇTEKİ ROLÜ
Nilgün Mirze, geçtiğimiz nisan ayında Anna Lindh Vakfı’nın İskenderiye Kütüphanesi’ndeki açılışına da gitmiş.
‘Böyle bir vakfın dünyanın yedi harikasından birinin bağrında yer alması anlamlı’ diyor gülerek.
Anna Lindh Vakfı’nın 34 ulusal ağı var.
Türkiye bunlardan biri.
Nilgün Mirze Türkiye ağında şimdilik 27 sivil toplum kuruluşunun olduğunu söylüyor.
Bunlar üç ayda bir güncelleştiriliyor.
Kimler var diye soruyorum?
Tarih Vakfı, Mimar Sinan Üniversitesi, Sabancı Müzesi bunlardan bazıları.
Peki mesela Türkiye’de neler yapılacak?
‘Çeşitli ülkelerin okulları, üniversiteleri, kütüphaneleriyle ortak projeler geliştirilecek. Vakıf daha çok öğrencilerle ilgileniyor. Kural kuzeyden iki, güneyden iki ortak olması sadece.’
İşin bu arada püf noktası şu.
Arap ülkeleri liderleri -en son Barcelona’daki Euro-Med Zirvesi’nde de ortaya çıktığı gibi- sivil toplum kuruluşlarını ön plana çıkartmaya pek istekli değil.
Hatta eğilim, Barcelona Süreci’nde onları by-pass etme.
Anna Lindh Vakfı, dolaylı olarak da olsa, bu ülkelerdeki STK’ları daha fazla devreye sokarak bu ülkelerin demokratikleşme sürecini hızlandırabilecek.
Vakfın önünde gerçekten zor bir sınav var.
Acaba kültürlerarası diyaloğu başarabilecek mi?
Alman direktör fotoğrafta görebileceğiniz gibi, bir yanında Mısırlı, diğer yanında bir Türk ile mutlu bir tablo çizdiğine göre neden bunun gerçekleşebileceğini hayal etmeyelim?