Geçen pazar Büyükada'daydık. DTP lideri Hüsamettin Cindoruk'un ‘‘Ada Turları’’ kavramını ortaya atmasından tam iki gün önce. Biliyorsunuz, Cindoruk, erken seçim için hiç üşenmeden parti liderlerini gezen Tansu Çiller'e ‘‘Bu sizin yaptığınız turlar ada turlarına benziyor. Bunlardan bir fayda gelmez’’ dedi. Cindoruk, siyaset literatürüne yeni bir kavram kazandırdı. İşe yaramayan, sonuç getirmeyecek turları bundan daha iyi hiçbir sözcük ifade edemezdi. Mesela, ‘‘Mekik Diplomasisi’’ni siyaset literatürüne sokan kişi Henry Kissinger. İsrail ile Mısır'ı barış masasına oturtuncaya kadar başkentler arasında tenis topu gibi sürekli gidip gelen, atına atlar gibi uçağa binen Kissinger'den sonra ‘‘Mekik Diplomasisi’’ kavramı iyice yerleşti. Çok şükür, yeryüzünden savaş, çatışma eksik olmadığı için ‘‘Mekik Diplomasisi’’ ile hayatlarını kazananlar da çoğaldı. Bu yüzden ‘‘Ada Turları’’nın da siyaset literatüründe kendisine bir yer edineceğine inanıyorum. ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright'ın Körfez Savaşı'na Arap ülkelerinden yandaş toplamak için çıktığı tur da ‘‘Ada Turları’’ idi.Bizim ada turuna gelince, güneşli bir pazar günü Büyükada'ya ayak basar basmaz hedefimiz belliydi: Aya Yorgi. Büyükada'da Cindoruk'un da çok iyi tarif ettiği gibi iki tur var: Büyük tur ve küçük tur. Aya Yorgi Manastırı'na giden yokuş tam iki turun ayrıldığı noktada. Tırmandıkça güzelleşen manzaranın ve yukarıdaki kır lokantasında bizi bekleyen çoban salata ve şiş kebabın aşkına bir solukta çıktık Aya Yorgi'ye. Aramızdan biri, günlerden beri Aya Yorgi hayali kuruyor ancak tırmanmayı gözü pek yemiyordu. Yokuşun başında bekleyen eşekleri görür görmez büyük umuda kapıldıysa da eşekçinin ağzından çıkan rakamı duyar duymaz kaderine razı oldu. Neticede, dilek tutanların dallarına iliştirdikleri küçük bez parçalarından her biri Noel Ağacına dönen çamların arasından vardık Aya Yorgi Manastırına. Manzaraya değdi. Çoban salatası, şiş kebabı ve börekleri beklediğimiz saatler boyunca açlığımız hiç aklımıza gelmesin diye gözlerimizi denizden ve tam karşıdaki Sedefadası'ndan hiç ayırmadık. Güneş batarken dönmeden önce, geçen yıl akademi öğrencileri tarafından restore edilen manastıra uğrayıp, mum diktik. Yokuş aşağı inmek elbette ki daha eğlenceliydi. Yalvaran bakışlarla kaç dakika daha tırmanmak gerektiğini soranlara cesaret vermek sırası bu kez bizdeydi. Eşek sırtında cep telefonuyla konuşan kadını görünce fotograf makinesi taşımadığımıza hayıflandık. Ve ada turumuzu tamamladık. 1930'lu yılların sonlarında Akşam Gazetesi'nde çalışan Sermet Muhtar Alus'un ‘‘İstanbul kazan, ben kepçe’’ kitabında anlattığı ada fıkrası çok hoş. ‘‘Balkan Savaşı sıralarında Sadrazam Kamil Paşa, Sultan Reşad'a yana yakıla Rumeli'yi ve Adalar'ı (Ege'deki) kaybetmek mecburiyetinde kaldığımızı söylemiş. Sultan ‘‘Aman sus Paşa’’ demiş. ‘‘Hele Adalara çok yandım. Çam Limanı'na (Heybeli'de) bayılırdım..’’ Cindoruk, Çiller'e takılırken acaba aklının bir ucunda bu fıkra var mıydı?