Birlikteyken dünyanın daha dayanılır bir yer olduğunu düşündüren sevgiliden ayrılınca çekilen acılar, terk edilmenin dayanılmaz ağırlığı ve ayrılık acısıyla ölüm acısının psikolojik olarak neredeyse aynı etkileri göstermesi bilim adamlarını da araştırmaya itiyor. Kara sevda ya da aşk acısı üzerine son yıllarda araştırmalarını yoğunlaştıran bilim adamları, bazı insanların bir ayrılık durumunda neden daha fazla acı çektiklerini ortaya koydu.
Çalışmalar gösteriyor ki, çekilen aşk acısında beyin yapısı ve çocuklukta yaşanan korkular büyük rol oynuyor. Çocukluk yaşantılarında güvenli bağlanmayı yaşayamayanlar aşk acısını da kaldıramıyor ve bu acı gerçek anlamda depresyona yol açabiliyor. Bu insanlar terk edildiklerinde ya da ilişki sonlandığında kendisini değersiz, yetersiz, çirkin, başarısız hissedebiliyor. Ancak psikiyatrlar bu acıdan kurtulmanın yolları olduğunu belirtiyor. Onlara göre, aşk acısından kurtulmak için, öncelikle bu acının artık müdahale gerektirdiğini kabul etmek lazım.
Kişi ihtiyacı olanı aşk sanabilir
Psikologlar, aşk acısı ile kişinin geçmiş yaşantıların birebir ilintili olduğunu savunuyor. Okul öncesi çağdaki çocukların anne ve babaları ile kurdukları ilişkiler, onların gelecekte nasıl birer aşık olacaklarını da belirliyor: “Çünkü yaşam aktarımlardan ibarettir. Aşık olduğumuz kişiyi, kendi içimizdeki ilk gelişim süreçlerinin bizde bıraktığı izleri sembolize ederek değerlendiririz. Herkes bebeklik döneminden izler taşır. Dışarıdan aldığımız etkilere göre onlar bize ait bir örgütlenme ile karışım oluşturur ve bu karışımın tonları ilk yaşadığımız döneme ait yaşantılarla belirlenir. Bu süreç doyumsuzluklarla doluysa kişi ihtiyacı olanları aşk sanır. Kendini sevemediği için başkasını sevenler aşk acısını daha kuvvetli yaşıyor. Bu nedenle aşk acısını yenmenin yolu kendini sevmekten geçiyor.
Aşk acısına reçeteler
Aşk acısı depresyon halini alırsa mutlaka ve vakit geçirmeden bir psikolog ya da psikiyatra gidin. İlaç tedavisi ve terapi dünyaya farklı bakmayı sağlar.
Aşk acısı çektiği için intiharı düşünen bir kişi mutlaka birkaç ay sonra farklı düşünebileceğini de hatırlamalı ve çevresinden yardım almaktan kaçınmamalı.
Aşk acısı çektiğini bilen insan kendini dış dünyaya kapatmak yerine mutlaka yakın bulduğu insanların yanında olmaya çabalamalı.
Fedakar olmak her zaman kötü değildir tabii ki. Aileniz, çocuklarınız ya da yakın arkadaşlarınız için kimi zaman kendinizden ödün vermeniz gerekebilir ve bu sonuçta herkesi mutlu edebilir. Ancak, yeni başladığınız bir ilişkinin içinde kalabilmek ve neredeyse o partneri elinizden kaçırmamak için bambaşka birine dönüşmeyi göze alarak davranmak, uzun vadede hem kendinize güveninizi sorgulatacak hem de karşıdaki kişinin size saygısını kaybetmesine neden olacaktır.
Evet, yazarken, konuşurken söylemesi çok kolay gibi gelebilir ama hiç de öyle değil. Mesela; Bir mekanda, belki bir arkadaş toplantısında ve belki de alışveriş yaparken çok hoşlanabileceğiniz birine rastladınız. Oldu ya, bir de tanıştınız ve devamında görüşmeler başladı. Her iki taraf bu yeni oluşumdan memnun görünüyor. Birbirini tanıma heyecanı da cabası. Fakat, tanırken hafiften farkına varıyorsunuz ki aslında o hiç de romantik bir adam ya da kadın değil. Bir takım beklentileri var ama henüz her şey çok yeni ve şimdilik görmezden gelinebilir değil mi? Mesela erkekse çok kıskanç, sizin eski sevgililerinizin adının ilk harfini bile duymaya tahammülü yok, romantik akşam yemekleri harika sohbetlerle sürmüyor, pek de cömert sayılmaz, hatta sizin kişisel problemlerinizi de umursamıyor. Kadınsa, gözünüzün soldan sağa dönmesinden bile rahatsız oluyor, her buluşmada değilse de iki buluşmadan birinde evlilikten söz ediyor, yolda gördüğü her bebeğe küçük kedi yavrusunu sever gibi tepkiler gösteriyor, nasıl evlerden ve arabalardan hoşlandığını anlatıyor ama bunların tümünde sizinle ilgili gelecek planları da kuruluyor…Böylece ilişkinin bir yılı geçmiş oluyor, siz iki partner olarak eskimeye başlıyorsunuz. Bu eskime ise ilişkinin level atlaması gerekliliğini gösteriyor. İşte bu noktada zayıf olan tarafın kalbinin korkudan deli gibi çarpmasına neden olacak süreç başlıyor. Tavsayan ilişkinin kurbanlarından, yarası ağır olan tüm sıkıntıları sırtlamaya çalışıyor ve devamında kaybetmemek için her şeye razı olan bir kimlikten başka işe yaramaz hale geliyor.
Oysa erkekler de kadınlar da flört etmeyi unuttukları anda rutinin sıkıcılığı içinde karşılarındaki kişiden soğumaya başlıyor.
Erkekleri de işin içine katmakla beraber bu aşamada kadınlar maalesef kaybetme korkusuyla karşısındaki erkeğin tüm merak duygusunu öldürmek pahasına ilişkiye sarılıyor, asılıyor. Bağlı değil, bağımlı hale geliyor. Kaybedilen merakla birlikte tutku, heyecan başka bir ilişkinin beklentisi olarak yavaş yavaş ortamdan uzaklaşıyor.
Maalesef pek çok kadın ilişkiyi kaybetmemek adına kendisine saygısını unutuyor ve asla olmayacak bir mutluluğun hayali ile debelenip duruyor. Kendisine saygısı olmayan ve bir erkeğin uydusu gibi davranın bir kadının hiç bir cazip yanı kalmıyor. Oysa aşk, çok eski bir söylem gibi durmakla birlikte emek vermeden yaşamını sürdürebilecek bir duygu değil. Hatta tahterevalli gibi düşünürsek, aşk dengenin bozulduğu yerden hemen kaçıyor, pat diye olduğu yere oturup kalıyor.
Bu nedenle, ilişkiyi değil kendinizi kaybetmekten korkmayın. Bir erkek size değer vermiyorsa, kötü hissettiriyorsa, siz ona iyi davrandığınız için sizi sevmez ama biraz kötü niyetliyse kullanmaya başlayabilir. İşte bu da bir kadının tüm hayatını mahvedebilecek bir durum. Çünkü, kullanmak aslında her türlü kötüye kullanımı içeren bir gerçeklik hali. Bu nedenle kendinize saygınızı kaybetmeden önce lütfen, klasik olarak tekrarlanan o ipin ucunu bırakma söylemini hatırlayayım. Bırakmak bazen iyidir. Sırtınızı dayadığınız yer güçsüzse, düştüğünüzde canınız acısa bile ilişkinin gerçekliğini görmeniz açısından paha biçilmez bir deneyim olacaktır.
Hayat dengesini kaybeden her şeyi doğal yollarla yıkıp yok eder. Tıpkı depremlerde olduğu gibi yıkılanın yerine doğa daha sağlam olanı her zaman bize sunar.
Tabii ki bir terapiste gidip ortaya çıkan problemleri çözmeye çalışmak için anlatım yolları bulmaya çalışmak harika olur ama her zaman bu motivasyonu bulamıyoruz. Ama keşke terapiste gidip oyunlar kurarak anlatabilseydik içimizde birikenleri, anlatamadıklarımızı…
Belki daha kolay olurdu her şey. Bu fikirden yola çıkarak, Çocuk Psikoloğu ve Oyun Terapisti Begüm Şenolur ile konuştuk.
Şenolur’a göre ebeveynler, ağlamayı, rahatsızlık verici bir davranış olarak değil çocuğun kendi sinyal verme becerisini geliştiren bir iletişim aracı olarak kabul etmeli. İşte oyun terapisinin önemi de bu noktada başlıyor.
Ağlamalardan duyguya; Duygudan oyuna
Bugün duygu ve duyumlarına duyarsızlaşarak karşılanamayan psikolojik ihtiyaçları ile boğuşan biz yetişkinler, farkında olmadan çocukları da yetişkin beynine çekerek duyum ve duygularına duyarsızlaşmalarına neden olabiliyoruz. Çocukların sinyal, duyum ve duygularına uyumlanarak zorlanmalarına destek vermek ve oyunlarını dinlemek yerine kimi zaman kendi kaygılarımız nedeniyle ‘yanlış’ olarak değerlendirdiğimiz oyunlara müdahale ediyor yaratıcılıklarını köreltebiliyoruz. Halbuki oyunlarını yönlendirmeye çalıştığımızda müdahale ettiğimiz şey oyun değil çocuğun doğumuyla birlikte yanında getirdiği en mucizevi şey olan, kendini iyileştirme kapasitesi.
Her çocuk kendini iyileştirme kapasitesi ile dünyaya gelir ve çocuk için duygusal iyileşme oyunla olur. Çocuklar hayatlarının ilk yıllarında sözsüz mesajlardan oluşan ilkel ve duygusal bir bölüm olan sağ beyinde yaşarlar. Henüz ‘neden, niçin?’ sorularından sorumlu sol beyine geçmediklerinden, yetişkinlerin zor deneyim ve duygular geldiğinde kendilerini kelimelerle ifade ettikleri gibi çocuklar da kendi zorlanmalarını oyun ve oyuncaklarla ifade eder.
Çocuk, yaşına uygun nörolojik yapısının da gerektirdiği gibi evde ya da okulda ebeveyn, kardeş, öğretmen ve arkadaşlarıyla ilgili zorlanmalarını ve bu zorlanmalar nedeniyle hissettiği üzüntü, kızgınlık, utanç gibi duyguları oyun yoluyla regüle eder. Çocuğun kurduğu oyun ile hissettiği duygular arasında çok güçlü bir ilişki vardır ve oyun, günlük hayatta yoğun duygular yaşayan çocuğu regüle ederek zorlayıcı deneyimlerde yarım kalan sistemin tamamlanmasını sağlar. Çocuk, birçok zorlayıcı deneyim ile kendi duygusal ihtiyaçlarına göre kurduğu oyunun içinde baş eder. Oyun ile hayal kırıklıklarını tolere edebilmeyi öğrenir ve yaşadığı deneyimleri oyunun içinde anlamlandırır. Her çocuk içsel sıkıntıları çözebilmek adına duyum ve duygularından yola çıkarak kendi oyununu kurar. Eğer dinlemeyi bilirsek bir çocuğun oyunu yetişkine çok şey anlatır.
Bugünlerde kime sorsak, “Kaygılıyım, bir türlü mutlu olmayı başaramıyorum” diyor. Mutlu olmak, yaşamak için araç olmaktan çoktan çıkmış ve neredeyse amaç olmuş durumda. Peşinde koşulan her şey gibi ıskalıyoruz mutluluğu, bir türlü kucağında küçük çocuklar gibi sallanıp havada uçamıyoruz. Yoga, meditasyon, telkin gibi yöntemler almış başını gidiyor ama onların da gücü yetmiyor mutlu etmeye.
En çok ihtiyacımız olan şey pozitif kalabilmek. Bu çok zor çünkü, insanlar günlük yaşamın stresi içinde bunalıyor. Ekonomiden çevre sorunlarına, terörden psikolojik sorunlara kadar ümitsizlik diz boyu.
Ancak, yaşarken bu kaygı halından kurtulup pozitif bir psikolojiye sahip olmak için negatif duyguların tarifinin yapılması ve onlardan uzaklaşmanın çarelerine bakılması gerekiyor. Öncelikle, pozitif düşünmeye başlamak için ilk kural, negatif duygularımızın olduğunu kabul etmekten geçiyor. Bunları düzeltmek için ilk iş olarak elimize bir kâğıt-kalem alıp, kendi hata ve yanlışlarımızı yazabiliriz. Bununla da yetinmeyip eşimizin, dostumuzun, bizi tanıyanların, bizim için 10 dakikalarını ayırıp, hatalarımızı yazmalarını isteyebiliriz. Ancak bu eleştiriler sonrasında gücenmek, darılmak, tepki duymak yok. Onlara, “Senin tanıdığın Ayşe, Mine, Aslı nasıl biri?” diye sorulmalı.
Psikolog Ali Rıza Tanaltay, “Bunu yaparken en iyi bildiğiniz arkadaşlarınızın bile sizi eleştirmesine sinirlenmeyip, o olumsuz özelliklerin sizde olduğunu kabul edin” diyor.
Pozitif düşünebilmek için içe dönük konuşma yapmak da çok önemli. Mesela: negatif özelliklerimizi yazıp, bunların bizim yanlış tepkilerimiz olduğunu kabul edip, “Ben hiddetliyim yerine, ben sakinim ve her durumda böyleyim, insanlara saygılı davranıyorum” gibi küçük bir cümle oluşturup yazmak gerekir. Buna inanmak hemen mümkün olmaz tabii ki, ama bunu çoğaltıp okumak gerekiyor. Sonrasında sükûnet halini bulmak gerekiyor ve bol bol gevşeme egzersizleri yapmak lazım. Önemli olan iç sesin kötü olanını susturmak ve sessizliği yakalamak. Çünkü evren çok sessiz çalışıyor. Evrendeki düzene uyum sağlamak, pozitif olmak açısından önem taşıyor.
Pozitif düşünmek için yapılan içe dönük konuşmalar
FÜSUN SAKA
Değişen hormonlar ve vücut kitlesindeki artış nedeniyle kadınların bozulan psikolojisi sadece doğum öncesinde değil doğum sonrasında da çiftleri zorluyor. Hatta kimi zaman boşanmalara kadar vardıran süreçler bile yaşanabiliyor. Bu nedenle sadece çocuk sahibi olacağım diyerek yola çıkanların süreci çok iyi yönetmeleri gerekiyor.
Kadın Hastalıkları Doğum Uzmanı Prof. Dr. Zehra Neşe Kavak, “Hamilelik doğal olmakla birlikte anne adaylarının doğuma psikolojik ve fiziki olarak hazırlanması gerekiyor” diyor ve ekliyor, “Bir insanı dünyaya getirmek ciddi ve ağır bir sorumluluktur. Kadınlar edindikleri hayat bilgisiyle bunun farkındadır. O yüzden, özellikle ilk doğum bilinemezlikleri nedeniyle hazırlanılması gereken bir süreçtir. Birçok anne adayı, hamile kaldığını öğrenir öğrenmez normal doğum yapıp yapamayacağını, sağlıklı bir bebek dünyaya getirip getiremeyeceğini, sezaryen doğumun gerekli olup olmadığını düşünür.
Hamilelik sadece dilediğini yiyip içmek, şirin kıyafetler almak, bebek bakımı kitapları okumak değil. Sağlıklı bir doğum, hazırlık gerektirir, bilgi gerektirir. Her açıdan doğuma hazır olmak bir dizi şeye dikkat etmeyi gerektirir. Sağlıklı beslenme, folik asit takviyesi, düzenli egzersiz ve doğru nefes alıp vermeyi öğrenme hazırlık sürecinde dikkate alınması gereken şeyler içinde yer alır.” Anne adayının fiziken olduğu kadar psikolojik olarak da sağlıklı olması için gerekenler şöyle:
Sağlıklı Beslenme:
Hem bebeğin gelişimi hem de annenin yeterli beslenebilmesi için A, B ve C vitaminlerine ihtiyaç olduğu hep akılda tutulmalı. Kırmızı et, balık ve beyaz etle birlikte sebze ve meyve tüketilmeli, hazır gıdalardan, tuz, çay, kahve, şekerden uzak durulmalı.
Folik Asit:
Hamile kalmadan önce ve hamilelik sürecinde folik asit kullanımı kesinlikle ihmal edilmemelidir. Folik asit, bebeğini ihtiyaç duyduğu vitaminleri sağlayacak ve normal doğum için de yararlı olacaktır.
Erkek arkadaş, “Öncelikle ortamını bulan her erkek aldatır bunu bilin ve 50 yaşındaki erkekler ise kendini bile aldatır” dedi. Birbirimize baktık…Evet bildiğimiz bir sendromdan bahsediyordu. Ne kadar çok yazılsa da yeniden yazılmayı hak ediyordu tabii…
Kadınlarda 40, erkeklerde ise 50 yaş tam anlamıyla bir sendrom yaratıyor. Teknolojinin gelişimi ile doğru orantılı olarak insan ömrü her ne kadar uzasa da kadının doğurganlığının 40’lardan itibaren son bulması, erkeğin ise (Bunu çoğu erkek reddetse de) andropoza girmesi ve cinsel gücünü kaybetmesi, bu sendromun zeminini sağlam bir şekilde hazırlıyor.
Kadınların 40 yaş sendromu erkeklerin yaşadıklarına göre daha derinden seyrediyor. 40 yaşına kadar henüz bir evlilik yapmayan ve artık hormonları azalan kadınlar köprüden önce son çıkışta bir çocuk yapmanın peşine düşerek evlenmek için her türlü sıkıntılı duruma katlanıyor, depresyona giriyor ve tam bir ümitsizlik halini yaşıyor. Evli ise artık yaşlanmanın eşiğinde bir kadın olarak eşini gençlerden kıskanmaya başlıyor, kendi içindeki sorulara yanıt ararken orada kaybolabiliyor. Kariyer hedeflerini gerçekleştiremediyse buna dair ümitlerini kaybediyor.
Erkeklerin 50 yaş sendromu ise kendisiyle beraber etrafındaki herkesi o fırtınanın içine çekebiliyor. Neler mi oluyor?
50 yaş civarındaki erkek ekonomik olarak istediği düzeye ulaşırken vücudunda ona ihanet eden tüm küçük gelişmeleri bir bir kaydediyor. Sıkıntı da burada başlıyor. Hayatını paylaştığı kadın ise aldatılma suretiyle bu sendromdan ilk nasibini alan kişi oluyor doğal olarak. Belki daha genç ve güzel bir kadının azalan hormonlarını artırabileceği saplantısı, belki evlilik içinde kaybedilen aşkın yine yeniden aranması, belki geleceğe biraz daha umutlu bakmaya çalışmak… Nedenler uzayıp gitse de aldatılmışlığıyla kırılan eşlerin içine düştüğü durum içinden çıkılmaz bir yolculuk başlatıyor. Boşanma aşamasında alınan terapiler, boşandıktan sonra ödenen nafakalar, arada hayatları darmadağın olan çocuklar, yeni bir partnerle kurulmaya çalışılan hayatlar bu sendromun enkazı içinde yer alıyor. Hayat Picasso’nun İspanya iç savaşını anlattığı Guernica tablosu gibi görünüyor.
Aldatılanların kayıpları
FÜSUN SAKA
INSTAGRAM: FÜSUN SAKA
Yalnızlık insanın kapısını çalmaya görsün. Dış dünya ile aranıza kalın duvarlar ören süreç başlar ve bu durum giderek sizi insanlardan uzaklaştırır. Çünkü gerçek yalnızlık evinizde geçireceğiniz bir kaç günden ibaret değildir. Sabah uyanınca, akşam yatarken, keyifli bir müzik dinlerken ya da film izlerken, bir kitabı okuyup yakınındaki ile konuşmak isterken ve hayatınızdaki kayıpları, üzüntüleri paylaşmak isterken çıkagelir yalnızlık. İşte o anda siz ve dünya baş başa kalırsınız. Psikoterapist Klinik Psikolog Zehra Erol, Yalnızlık Psikolojisi isimli kitabında şöyle özetliyor yalnızlığı: Duygusal boyutu öncelikli vurgulansa da elbette ki duygusal etkiler düşünsel ve ilişkisel boyuta da uzanır. Yalnızlığı yaşamaya başladığınızda buna eşlik eden öfke, kaygı, acı gibi farklı duygular zihinsel bir karmaşaya sebep olur. Bir süre sonra dış dünyadan soyutlanmış, yeryüzünde sadece kendiniz varmış gibi gelir. Bazen de bu dış dünya ile aranızda sanki bir duvar örülüymüş gibi hissetmenize neden olur. Bu duvarın arkasındaki insanların sizi yeteri kadar anlamadığına, onlarla anlamlı ilişkiler geliştiremediğinize ve geliştiremeyeceğinize inanırsınız.
Tek başına olmak ve yalnız kalmak
Erol’a göre, tek başına olmak her zaman rahatsızlık yaratmaz. Bilhassa kendi seçimimiz olduğunda rahatlatır, iyi hissettirir ve olumludur. Tek başına kalıp resim yapmak veya kitap okumak isteyebilirsiniz. Evde tek başına televizyon seyretmekten, sinemaya gitmekten, sosyal medyada gezinmekten hoşlanır, bunun için kendiniz için programlar yapabilirsiniz. Kişinin kendi seçimi olmadığını hissettiren durumlarda ise tek başınalık yalnızlık duygusunun açığa çıkmasına neden olur. Terk edildiğinde, iş nedeniyle başka bir şehre gitmeye kendini zorunlu hissettiğinde, dışarı çıkmak isteyip bir arkadaş bulamadığında tek başına kalıyorsa insan kendini yalnız hissedebilir. Böyle durumlarda seçiminiz olmadığı, insanlarla bir arada olmak istediğiniz halde olamadığınızdan dolayı başka seçenek göremezsiniz ve mecbur kaldığınızı hissedersiniz.
Tek başına olmanın avantajları var mı?
Ancak tek başına kalmayı seven, yalnızlığın yarattığı o acı veren sıkıntı duygusunu, enerji düşüklüğünü ve değersizlik hissini yaşamayan insanlar da var. Hatta bu durumun sağladığı avantajı kullanıyorlar. Psikolog Zehra Erol bu kişilerin önemli özelliklerini şöyle sıralıyor:
FÜSUN SAKA
INSTAGRAM: FÜSUN SAKA
8 Mart 1857’de emekleri hiçe sayılan ve çok düşük ücretlerce 16 saati aşkın çalıştırılan binlerce tekstil işçisi kadının direnişi var bu kutlamanın geçmişinde. Onlar, direnişin sembolü olarak o zamandan bu yana kadınların varoluşuna destek veriyor. Biz ise 108 yıldır kutlanan bu önemli günde dünya kadınlarının sorunlarına dikkat çekip, çözüm aramaya çalışıyoruz hala.
1900’lerin başında dünyanın pek çok ülkesinde Türkiye’de ise 1930’ların başında seçme ve seçilme hakkını elde eden kadınlar ne yazık ki 2019’a geldiğimiz bugün, erkeklerle eşit haklara ve gelire sahip değil. 8 Mart sembolik bir gün tabii ki ama sorunlara dikkat çekmek için de önemli.
Sadece sosyo-kültürel ve ekonomik ezilmeden, milyonlarca kadının okuma, yazma hakkını hala yeterince elde edemediğinden, binlerce kadının cinsel istismara uğrayıp, öldürülmesinden ve bunlara hep birlikte dur denmesinin yollarının aranmasından bahsedeceğiz bugün.
Ama en önemlisi bunların sonucu olarak, “Kadın olmasa” diyeceğiz, bakın neler olur ve aslında neler olmaz…
Öncelikle, kadın olmasa varlığıyla övünen, biricik olduğunu düşünen erkek de olmaz. Çünkü kadın, doğurgan ve üretken olandır.
Tabii ki tutkuyu, sevgiyi bünyesinde barındıran ve hayatı anlamlandıran aşk da olmaz doğal olarak.
Kadınsız bir hayat, renksiz erkek dünyasını iyice griye boyar. Kadın olmasa dünyanın renkleri bile solar. Kırmızı, pembe, mor alır başını gider. Belki dağlarda çiçeklerin üzerine konar ama erkeklerin haberi bile olmaz.
Kadın olmasa dünyanın sevgisi eksilir.