Paylaş
Oysa ki ölüm en büyük ibrettir ve ondan uslanmayanı gerçekten teneşir paklar!
Onca ölümlerden de ibret alınmadığına göre sözün bittiği yerdeyiz.
1999’daki 7.4 büyüklüğünde olan Marmara depremi esnasında Sakarya’daydım. Hem o korkunç depremi yaşadım ve hem de depremin geride bıraktığı dehşet manzaralarının tanığı oldum.
5.8’lik İstanbul merkezli depremde de Adapazarı’nda merkezde bir arkadaşımın dükkânının önünde oturuyorduk. Zemini balçık olan yerde, su üstündeki kayık misali gidip geldik.
Dükkân sahibi Mehmet Çakmak 1999 depreminde ailesiyle birlikte enkaz altında kalmıştı. Eşi ve kızıyla beraber, beton yığınlarının altında ölümle pençeleşen aileye ancak 48 saat sonra ulaşılabilmişti.
Karı-koca enkazdan yaralı olarak çıkarılırken, kızlarının cansız bedenine ulaşılmıştı.
Mehmet, yine 5 katlı ve üstelik deprem yorgunu bir işhanının altındaki dükkânında hayatına devam ediyor.
Adapazarı’nda deprem sonrası iki kata kadar imar veriliyor. İyi de eskiden kalma ve üstelik onca deprem yorgunu olan 5-6 katlı binalar olduğu gibi duruyor. Allah saklasın, bu binaların her biri, yeni ve şiddetli bir depremin tabutları konumunda.
Neden buralar (Sakarya, Kocaeli, Yalova, İstanbul) pilot bölge ilan edilip süratle kentsel dönüşüme tabi tutulmaz? Bir yerde doğru imar iki kat ise iki kattan fazla olan binalar neden yıkılmaz?
Zemini balçık olan yerdeki yüksek katlı binalar sözde güçlendiriliyor ki, bu, tamamen bir kandırmacadan ibarettir. Zemini olmayan binanın üstünde ne yaparsanız yapın bir kıymet ifade etmez.
Bakınız geçen bu yirmi yılda Türkiye, inşaat sektöründe çok ilerledi. Bu ilerleyişi akıllıca ve depremi düşünerek yapabilseydik, bugünkü acı tabloları konuşmuyor olacaktık.
Dilimizden yatay mimariyi düşürmüyor ancak icraatta dikey mimarinin daniskasını yapıyoruz.
5.8’lik İstanbul uyarısında sınıfta kaldık. Bu demektir ki (Allah saklasın) büyük bir depremin altında kalacağız. Bırakın özel sektörü, kamunun telefon şebekesi bile çalışmadı.
99 depreminde de ülkenin Başbakanı Bülent Ecevit ile Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel, deprem mahallerinden 48 saat müddetle haber alamadılar.
Aradan yirmi yıl geçti, ne değişti? Ne değiştiğini ben söyleyeyim: Hırslarımız ve doyumsuzluğumuz ve gafletten öte ihanetimiz (hem kendimize hem şehirlerimize) çok değişti, zira olabildiğince arttı.
Betondan gökdelenleri yan yana dizip dikerek, şehirleştiğimizi (medenileştiğimizi) zannettik.
Sonuçta, ufak bir depremde gördük ki kaçacak (toplanacak) alanlara ulaşabilmemiz bile mümkün değil.
Soruyorum: Bizi öldüren deprem mi, yoksa biz miyiz?
Paylaş