Paylaş
Altı yüzyılı aşkın bir zamanda, bağrında onlarca milleti barındırmış ve bu süre zarfında ırk, dil, din ve renk gibi aidiyetleri bakımından, hiç kimse diğerine yan gözle bakmamıştır, bakamamıştır.
Atalarımız bunu, bugün bile dünyanın bulamadığı ‘adil sistem’ sayesinde gerçekleştirmiştir.
Tüm bu farklı topluluklar, sahip oldukları değerler ve becerileriyle maddede ve manada cihanşümul bir zenginliği oluşturuyordu.
1789’daki Fransız İhtilali ile birlikte, imparatorluklar dönüşüm sürecine girdi. Milliyetçilik kavramı öne çıkarak milli devletlerin önü açıldı. İmparatorlukların yıkılması mukadderdi artık, onlar da bir bir yıkılıp yerlerini, irili ufaklı onca milli devlete bıraktı.
Milliyetçilikte endaze (ölçü) kaçırılınca, faşizm kaçınılmaz oldu. Kurulmuş olan ve kurulmakta olan hemen her milli devlet, faşizmden az ya da çok nasibini aldı.
Almanya ve İtalya, faşizmin öncüleri olarak, en üstün ırk olduklarını iddia ederek kendilerinden olmayanlara akla hayale gelmedik zulümleri reva gördüler.
Türkiye’de kurulan devletteki ‘İttihatçı kanadı’ boş durmadı ve milliyetçiliği ırka indirgedi; ‘En üstün ırk Türk’, ‘Bir Türk dünyaya bedeldir’, ‘Türk olmayı en büyük şeref ve şan sayarız’, ‘Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!’ diyerek, Mimar Sinan dahil on binlerce insanın mezarları açılarak kafatası ölçümleri yapıldı.
Cumhuriyet Gazetesi, faşist Hitler’i öve öve bitiremiyordu.
Üstün ırk taslayan yönetimler, kendi zorba yöneticilerinin dışında herkese, hangi ırk, din, dil, renk, mezhep ve meşrepte olursa olsun herkese zulmetti. Bu şekildeki yönetim tarzı, halkın büyük çoğunluğunu teşkil eden kitlelerle devletin (yönetim erkinin) arasını açtı.
Tek anladıkları zorbalık olan bir kısım yöneticiler, devletle arası açılan kitleleri, şiddet kullanarak, silah zoruyla hizaya sokmaya çalıştı.
İşin en vahim tarafı ise, tek tipçi bir anlayışla, kendinden olmayanları, kendisi gibi düşünmeyenleri, kendisinin dayattığı hayat tarzını benimsemeyenleri –ki bunlar saf Türk de olsa- dışladı.
Devlet, kendini fildişi kulesine çekti ve halkıyla arasına kalın çizgiler çekti. Bir valiyi, bir kaymakamı, bir belediye başkanını ve hatta basit bir daire müdürünü halk, dürbünün tersinden görebilirdi. Onların makamlarına çıkmak, onlarla muhatap olabilmek hayal ötesiydi.
Buyurgan ve halka rağmen iş gören, halka dayatan, halka tepeden bakan bir yönetim anlayışıyla kitleler sindirildi ve ‘öz yurdunda garip, öz vatanında parya’ muamelesine tabi tutuldu.
Bu anlayıştaki devletin zulümlerinden nasibini almayan hiçbir etnik köken, dil, din, ırk, mezhep ve meşrep olmamıştır.
İşte vaktiyle açılan bu derin yaraları, aportta bekleyen dış düşman, sürekli kaşıdı ve maalesef bazısını kangrene çevirmeyi başardı.
Demokrasiyle birlikte (özellikle Menderes, Özal ve Erdoğan dönemlerinde), zamanla tüm bu engellemeler peyderpey kalktı. Tüm bu baskılara her kesim sabretti, yalnız dışarısının kaşımasıyla kangrene dönüşen bölücü hareket, demokratik mücadele yerine, düşmanların destek ve teşvikiyle terörü seçti.
Bölücü hareket, Türkiye’ye dost gözüken dış mihrakların manivelasıydı. Bununla Türkiye’nin ayağına pranga vuruyor ve adeta meşguliyetle tedaviye tabi tutuluyor ve ilerlemesine ve kalkınmasına asla müsaade edilmiyordu.
Gerçekte ise, kurulmak istenen ikinci bir İsrail Devleti ile Büyük Ermenistan devletleriydi. Kürtler ise, bu Ermeni ve İsrail aşına tuz- biber edilmek isteniyordu.
Bu ülke, kendisine biçilen kefeni yırttı, doğruldu ve ayağa kalktı. Dün, Türkiye’nin en zayıf halinde başaramadıklarını, bugün yeniden denemeye kalkıyorlar.
Türkiye, eski haşmetli günlerine dönecek diye ödleri kopuyor.
Korkunun ecele faydası yok; ödleri kopsa da korktukları başlarına gelecek!
Paylaş