PaylaÅŸ
Sonunda ‘Bugün canım yazı yazmak istemiyor’la başlayan bir şeyler gevelediğimi hatırlıyorum.
Felaket felakete benzemez ama her felaket adı üstünde felakettir.
Dün gün boyu yüreğim sıkışarak, yapılan açıklamaları dinledikçe ağzım açık kalarak İstanbul’u alan seli izledim televizyonda.
Ölü sayıları, kayıplar, helikopterlerle mahsur kalanları kurtarma çabaları, yağma, talan.
Buna karşı mikrofon uzatılan her ağızda doğal afet lafı, suçu başkasına atma çabası, vatandaş da bu felaketten sorumlu tavrı.
Herkeste, belediye, valilik, ulaştırma bakanlığı kısaca bu işte payına sorumluluk düşen herkeste sütten çıkma ak kaşık havası.
Pes ki pes.
Avrupa’da yaşayan arkadaşlarımın telefonları susmak bilmedi gün boyu. Merak etmişler, iyi miyiz diye, ev yerinde duruyor mu, cana, mala. yakınların başına bela geldi mi diye soruyorlar. Anlatmakta zorluk çekiyorum. Nasıl anlasınlar, onlar da benim izlediğim görüntüleri izlemişler. Ters dönmüş TIR’lar, buruşturulup kenara atılmış arabalar, otobüslerin tepesine tırmanıp kurtarılmayı bekleyen vatandaşlar, ortalığa saçılmış beyaz eşyalar. Bu görüntüler 2010 Avrupa kültür başkenti İstanbul’dan çok vuran her tufanla telef olan Bangladeş’i hatırlatıyor. Onlara da, bana da.
Bugün perşembe. Yazının son günü.
Uzmanlar cumayı cumartesiye bağlayan gece için de uyarı yapıyorlar. Bu kez İstanbul’un Asya yakasında benzer bir yağış beklendiğini söylüyorlar.
Umarım siz bu yazıyı okurken gazeteler bugün olduğu gibi kara manşetlerle çıkmaz, umarım sel bu kez karşı kıyıyı almaz.
…
Anladığınız gibi bugün de canım yazı yazmak istemiyor.
İyisi mi bu hafta kah yerim dolduğu kah bütüne uymadığı için yazıp kenara koyduğum kutucukları devreye sokayım.
Varsın birbirleriyle ilişkileri olmasın.
Varsın bu hafta benim yazıyı da sel alsın.
GEÇ KALMIŞ İKİ TEŞEKKÜR
Banu Birkan ve Develi’ye...
Bodrum’a gelmeden önceki hafta Banu beni Samatya’daki Develi’ye davet etti. Önce mırın kırın ettim, sonra gittim.
Samatya’daki bu ünlü et lokantısına ilk kez kebap delisi Cengiz ve Tuba tarafından götürülmüş son olarak da İkinci Bahar dizisinin çekimi sırasında Meral Okay’ı görmeye gittiğimde dizi oyuncularıyla birlikte oturup yemek yemiştim. Uzak düştüğünden midir, kebapla aramın olmamasından mıdır nedir o gün bu gündür de fırsatını bulup bir kez daha uğrayamamıştım.
Evet doğru, şehir içinde de en az Develi kadar güzel et lokantaları, kebapçılar var.
Kiminin manzarası Hamdi gibi, hepsine pabucunu ters giydirir cinsten üstelik.
Ama bu yelpazede Samatya’daki Develi’nin de ne yalan söylemeli kendine özgü bir yeri var.
Birincisi bilindiği ve gerektiği gibi yemeklerin çok güzel, çok özel olması.
Samatya’da olması da ikinci artısı...
Hazır eylül geldi. Bunaltıcı sıcaklar gelmemek üzere gitti, o zaman bir boş vaktinizde Samatya’ya gidin derim.
Parke taşlı yollarıyla birbirine girmiş arka sokakları, hâlâ yıkıma direnen ahşap evleri, bir kuytuda karşınıza çıkan eski çeşmeyi içinize çekin.
Sonra da akşama kalmadan Develi’nin terasına gidin.
Eski İstanbul’a bakarak kendinize bir ziyafet çekin.
DeÄŸer.
SAVAŞ’A, TARIK’A ZEKİYE’YE...
Ve. CİVAN ER’İN elinin değdiği müthiş yemekleriyle MÜZEDECHANGA ekibine.
Etmediğimi bırakmadım, belki on defa Zekiye’yi aradım.
Sonra kalktım Tarık’la buluşmaya Sabancı Müzesi’ne gittim.
Derdim bir pazar öğle üzeri düzenleyeceğim GUSTA yemekleri için GUSTA’nın o günlerde yeni piyasaya sürdüğü siyah birayla örtüşecek lezzete bir mönü hazırlamalarını istemek.
ArkadaÅŸlarım ya, nazım geçiyor ya saÄŸolsunlar kırmadılar hem de yazın en civcivli zamanında haftanın en civcivli gününde benim için özel yemekler hazırladılar.Â
Neydi sahiden o yemekler?
Ortaya hepsi birbirinden müthiş beş tadımlık, iki adet ana yemek ve harika bir tatlı geldi.
Tadımlık diyorsam meze demeye dilim varmadığı için.
Önce köpüklü şarap, portakal suyu ve passion fruit ile yaptıkları bir hoşgeldin içkisiyle karşılandık.
Ardından gelen patlıcan-pastırma-hellim üçlemesine, onu izleyen lor ve fesleğenle doldurulmuş kabak çiçeklerine, fıstıklı sucuklu humusa, süzme yoğurtlu pırasaya bayıldık.
Boynu bükük mezgitten kaparili aioli’nin eÅŸlik ettiÄŸi öyle bir ÅŸnitzel yapmışlar ki harikaydı. Baharatlı limon sosuyla gelen enfes ızgara kalamar da öyle.Â
Çıtır baklava, ayva püresi ve kaymaksa perdah oldu.
Hepsini önce siyah, ardından beyaz Gusta içerek yedik.
Bu kadar mı olur, bir mönü bir içkiyle bu kadar mı uyuşur?
Boşuna Wallpaper Dergisi’nde İstanbul’un en iyi lokantası seçilmiyorlar. Savaş, Tarık ve Zekiye bu işi çok çok çok iyi biliyorlar.
Yemekler harikaydı da benim davet için aynı şey söylenemez: Son dakika aile derdinden gelemeyeceğini bildiren Zeynep neyse de Umre delisiyle papyonlu bilgeyi hiç affetmeyeceğim.
Alacağım olduğunu biliyorlar da ne zaman alacağımı bilmiyorlar. Bu da onlara yeter diyor ve Changa’yı özel yapan üçlüyle Civan Er’e huzurlarınızda bir kez daha teşekkür ediyor, bunca yıldır gitmediyseniz eğer ne yapın ne edin bir yolunu bulup Changa’ya gidin diyorum...
BİRİNCİSİ son günlerin AŞK ve Nermin Bezmen’in son kitabından sonra en çok okunan kitaplarından biri:
 LİMON AĞACI
Pegasus Yayınları’ndan, ilk sayfasında bir önceki çevirinin kötü olması ve okurlardan büyük tepki alması nedeniyle önsöz yerine geçen bir özür metni koyularak gözden geçirilmiş ikinci baskı olarak yayınlanmış. Atlamışım, okumamıştım. Gençlerin hiç mi hiç anlamadığı, bırakın gençleri yaşlıların bile bu gün anlayıp kavramakta zorluk çektikleri, tarihi on dokuzuncu yüzyıla uzanan İsrail-Filistin çekişmesini doğup büyüdükleri topraklar olan El-Ramla’ya giden üç kuzenin ağzından anlatan bir roman bu.
Yazarı Sandy Tolan. Yazar tarihe hiç saygısızlık etmediğini, tarihsel olaylar karşısında düşgücüne hiç başvurmadığını, romanı sadece ulaşabildiği kaynaklardan beslenerek yazdığını belirtiyor. Gerçekten de öznel iki tarihin resmedildiği bu roman zaman zaman belgesel tadı veriyor.
Acı bir öykü bu.
Elif Şafak’ın yazdığı küçük önsözde söylediği gibi bittikten sonra bile insanı aklında kalmaya devam bir öykü.
Ä°KÄ°NCÄ°SÄ°:
KÄ°TAP HIRSIZI
Yazarı Markuz Zusak.
Çeviri Teri Erbeş’ten.
EncorE Yayınları’ndan Nisan 2009 da çıkmış.
Ve Amerika’da yayınlandığı zaman New York Times’ın en çok satanlar listesinde haftalarca ilk sırada kalmış.
Romandaki anlatıcı ilginç: Ölüm meleği.
Azrail’in ağzından kitap hırsızı küçük bir kızın öyküsü anlatılıyor. Yer 1939 Nazi Almanya’sı. Küfürlü konuşan bir analık, erimiş gümüş rengi gözlere sahip müşfik bir babalık, kendini Jess Owens sanan fırlama bir ufaklık romanın diğer karakterleri.
Ama dikkat! Her ne kadar çok satanlar listesine girmişse de bir çırpıda okunup bitirilecek bir roman değil Kitap Hırsızı.
Edebiyat severlere canı gönülden tavsiye eder, ikinci basımı yapılır mı yapılmaz mı bilemediğimden tükenmeden edinin derim.
PaylaÅŸ