Varını yoğunu doğduğu yöreye yatırmış bir garip adam
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
İki gün için değer mi?
Gitmeden hemen herkesin dudak kıvırarak sorduğu soru bu.
Bodrum’dan kalkıp taa Göreme’ye iki günlüğüne gitmeye değer mi?
Değer.
Bir kere o iki günü birlikte geçireceğin insanları uzun bir aradan sonra görmek için değer.
Bir de tadı damakta bile değil akılda kalan balonla sonunda uçabilmek için değer.
Bu benim Göreme’ye ilk gidişim değil.
Üniversite yıllarından bu yana yolum az buz bu peri diyarına düşmedi.
Her taşını bilirim diye ahkam kesecek kadar olmasa da yanını yöresini, kovuğunu bacasını bildiğim bir yer.
En son Asmalı Konak cinneti sırasında gitmişliğim ve bir dizinin bir kenti nasıl abat ettiğini yerinde görmüşlüğüm var.
Ama ne o ne ondan önceki gidişlerimde herkesin ayıla bayıla anlattığı balonlara bir kez olsun binmişliğim yok. Hadi üniversite yıllarındaki geziyi bir yana bırakalım, o yıllarda ortada balon malon da yok ama ondan sonraki seferlerde kelimenin tam anlamıyla hava muhalefetiyle karşılaşmışlığım; birinde hava uçuşlar için tehlike arz edecek kadar sıcak diğerinde uçmayı deneyenleri donduracak kadar soğuk olduğu için uçmaya yeltenip de hüsrana uğramışlığım var.
Tadının aklımda kalması bundan.
Bu kez beklenmedik bir terslik olmazsa şeytanın bacağını kıracağım inşallah.
Önce altı kişilik kafilemizden söz edeyim biraz. Yazgülü, Serfi, Mehveş, Funda yani Posta, Habertürk, Akşam, Radikal’den beş gazeteci, sahibi olduğu halkla ilişkiler şirketinden ötürü orada bulunan ve kendinin patronu olan Işıl ile kendinden menkul bendenizden oluşan küçük bir kafile bu.
Huyu suyu, eşkali endamı, derdi dermanı birbirine benzemeyen altı kadın.
Huyunun suyunun, eşkalinin endamının, derdinin dermanının birbirine benzememesine karşın iki gün boyunca ahenkleri bozulmayan altı kadın aynı zamanda.
Ne vakitsiz alınan uyku haplarıyla sesi kısılan telefonların yol açtığı gecikmelerin, ne kırk sekiz saat ağrıyan dişlerle kilitlenen bağırsak sisteminin ahenklerini bozmasına izin vermeyen altı kadın.
Kısaca kafile bu.
Davetlisi olarak gittiğimiz otele gelince, Anatolian House.
Ne yalan, Göreme’de insanın karşısına çıkabilecek en güzel sürprizlerden biri.
Her biri birbirinden gerek boyut gerek konum gerek döşeniş bakımından farklı dokuz odası, avludan başlayıp otelin içine doğru süzülen havuzu, sırtını kayalara yaslayan barı ve özellikle mehtaplı gecelerde bu dünyaya ait değilmiş gibi duran ovayı kuş bakışı gören terasıyla peribacalarının ortasına gizlenmiş büyülü bir otel.
Göremeli genç bir girişimcinin, Hasan Kalcı’nın kelimenin gerçek anlamıyla butik olan ve neredeyse yılın sekiz ayı zengin Amerikalılar tarafından kapatılan oteli.
Bir yanda içinde yer aldığı coğrafyanın efsunu.
Bir yanda camın, çeliğin ve taşın inanılmaz uyumu.
İşte otel de bu.
Otelden söz edip de her ayrıntısında emeği olduğu sezilen Hasan Kalcı’dan söz etmemek olmaz.
Hasan Kalcı Göremeli. Zaten Anatolian House’un ana bölümünü teşkil eden, üzerinde titrek maşallah yazan eski ev de onun doğduğu ev. Çocukluğu Göreme’ye gönül veren ve yatırım yapan Ankaralı bir işadamının yanında çalışarak, gençliği halıcılığı öğrenerek geçiyor. Sonra ver elini Floransa. Orada biraz da askerliğini yedek subay olarak yapabilmek için okuduğu Latin dilleri fakültesini bitirmek biraz da turizmin inceliklerini öğrenmek için geçen dokuz yılın sonunda Türkiye’ye dönüyor ve ilk iş olarak kendi halı dükkanını açıyor. Halı dükkanını, Alla Turca adlı ve geleneksel Türk yemekleri sunan lokanta ve nihayetinde de sözünü ettiğim butik otel izliyor.
Varını yoğunu doğduğu yöreye yatırmış aklını fikrini Türk turizmine takmış bir garip adam Hasan Kalcı.
Asmalı Konak’ın Mardin yerine Ürgüp’te çevrilmesinin ve bu sayede yöreye yedi yüz bin turist gelmesinin ardında da onun parmağı var.
Hasan Kalcı’nın hikayesi de kısaca bu.
Anlatmadan geçemeyeceğim Ziggy’s Cafe
Yolculuk programında olmayan ama benim oralara gitmişken uçak kaçırma pahasına görmeden dönemeyeceğim Ziggy’s Cafe.
Bölgenin Anatolian House ile birlikte New York Times’ta gidilmesi gereken üç yerinden biri olarak anılan kafe. Adı kafe ama kendi lokanta.
Koskoca bir bölgede sadece Türk mutfağı sunmayan tek lokanta. Üç katlı taş bir ev. Giriş katında tek masalı bir avlu, orta katında rahat koltukların, herkesin bir arada yemek yiyebileceği geniş bir masa ile uzun bir barın bulunduğu kapalı bölüm, en üstte de nefis bir teras ve her katta servise sundukları terastan da nefis bir mönüleri var. Sahipleri yabancı sayılmaz: Yirmi beş yıldır Ürgüp’ü mesken tutan Selim ile Nuray. Selim Galatasaraylıdır. Her Galatasaraylı gibi huysuz, parlak, caz sever bir fırlamadır. Gene her Galatasaraylı gibi gençliğinde rehberlik yapmış, gezip dolanırken halıya ve Ürgüp’e gönlünü kaptırmıştır. Nuray ne onu ne bunu ne milli takımı sadece Selim’i tutar. Takı yapar. Peşi sıra buralara gelmiş kocasından da beter Ürgüp tutkunu olup çıkmıştır. İkisinin de ortak özelliği hırssız oluşlarıdır. Peki bu iki hırssız insanın New York Times’ta bile gidip görün dedikleri bir lokanta sahibi olmalarının sırrı nedir? Onun sırrı da yeme içme işiyle iştigal edenlerin yakından tanıdığı Ali Ekber Özkan’ı işin başına getirmiş olmalarıdır.
Anatolian Houses: 0384 271 24 63
Ziggy’s: 0384 341 71 07
Hangi uçak toprak kokusu, rüzgar hışırtısı sunar insana?
Yolculuğun belki de en heyecanlı faslı balona gelince... O ayrı bir serüven.
Şimdi sayıları yüzleri bulan ve değişik şirketler tarafından çalıştırılan balonlar bundan on küsur yıl önce eski rehber olan bir Türk’le Lars adlı bir balon pilotunun yollarının kesişmesiyle hayata geçmiş bir proje. Proje o kadar başarılı olmuş ki, kısa sürede iki kafadarın kurduğu Kapadokya Baloon şirketinin benzerleri çıkmış ortaya. Bu gün her biri onlarca balon filosuna sahip birçok şirket var bölgede. Balon pilotu olmak da kolay değil. Genellikle yurtdışında alınan altı aylık eğitimi yolcusuz olarak yapılan yüzlerce saatlik uçuşlar tamamlıyor. Balon sanılanın aksine kullanımı zor bir alet. Bir kere hava koşulları bağlayıcı. Aniden çıkıveren rüzgar, balonun kontrolünün elden çıkmasına yol açabiliyor. O yüzden tıpkı benim başıma geldiği gibi balon serüveni değişen hava koşulları nedeniyle kimi zaman başlamadan bitebiliyor.
Bahar ayları özellikle de sonbahar bu uçuşlar için ideal.
Sabahın tam anlamıyla kör karanlığında yola koyuluyor ve balonların kalktığı geniş bir alana geliyorsunuz. Sizin gibi gözünde çapak otellerinden alınıp buraya getirilen yüzlerce insanla birlikte bir yandan kurulan uzun sofradan aldığınız çayı kahveyi yudumlarken bir yandan da balonların hazırlanışını izliyorsunuz. Karanlığı önünüzde arkanızda sıralanan, Amerikan filmlerinde görmeye alışık olduğumuz türden iri kamyonetlerin tepelerine çakılı siren lambalarının sarı kırmızı yanar döner ışıkları deliyor.
Etraf o kadar sessiz, coğrafya o kadar doğaüstü ki o açıklıkta toplaşan çekik gözlüsünden zifir karasına, genci yaşlısı, yerlisi yabancısı yüzlerce insan bilinçsizce birbirlerine sokuluyor. Sanki uzaydan gelecek birileri alıp onları götürecek gibi.
Sonra yavaş yavaş gün doğuyor ve çevrenizi saran peribacalarının siluetleri belirginleşirken balonlar da birer birer havalanmaya başlıyor.
Ondan sonrası bir rüya.
Ya alçalıp dallarından meyve koparacak kadar ağaçlara yanaşıyor ya yükselip altınızda günün ilk ışıklarıyla aleve kesen binlerce peribacasına bakıyorsunuz. Uçakla uçmaktan farklı bir deneyim bu. Hangi uçak toprak kokusunu, sabah serinliğini, rüzgar hışırtısını sunar insana?