Uzağın açıklaması yoktur demişti ya şair, açıklaması yok belki ama adı var: Avustralya.
Avustralya demek uzak demek.
Hem de çook çook çok uzak.
Sadece bize size onlara değil, her yere, herkese uzak. Dünyanın öbür ucunda, okyanusun ortasında koca bir kıta.
Öyle bir kıta ki, Amerika’dan da Avrupa’dan da büyük.
Öyle bir kıta ki orta yeri çöl.
Kor gibi kırmızı, değeni kavuran, sırrını onunla barışık yaşamayı beceren yerlilerden başkasıyla paylaşmayan koca bir çöl.
Her yıl biraz daha genleşen, her yıl biraz daha genişleyen, zümrüt kıyıları her geçen gün biraz daha tehdit eden har diyarı.
Alabildiğine uzanan altın kumlu kıyılar, heybetli dağlar, düz ovalar göçmenlerin.
Önce İngiltere’den, sonra İtalya’dan, derken eski kıtanın dört bir yanından gelip orayı vatan belleyen insanların.
Yerlilere göre çok ama çok kalabalıklar.
Ama koca kıta göz önüne alındığında, cim karnında noktalar.
Topu topu yirmi iki milyon kişi.
Başkent Canberra.
Esas şehir Sydney.
Bir de Sydney’le gizli çekişmesi olan, kendini diğer hepsinden daha İngiliz sanan, ismiyle müsemma Melbourne var.
Her ikisinin nüfusu da dörder buçuk milyon. Bunların dışında uçakla Sydney’e bir buçuk saat uzaklıkta olduğundan Sydney’in kapı komşusu sayılan Brisbanne ve kıtanın öbür ucunda Asya’ya en yakın noktada konumlanan boynu bükük Perth.
Diğer şehirlerin hemen hepsi iri birer kasaba. Garip Aborjin adları taşıyan ama Aborjin barındırmayan yerleşim yerleri.
Koca okyanus kuzeyden ve güneyden
kıvrıla kıvrıla şehrin içine kadar giriyor
Avustralya’nın, yazgısı Kızılderililerin yazgısına benzeyen bu ilk sahipleri ya adına rezerv denen özel bölgelere kıstırılmış, ya şehirlerin kıyılarında bastırılmış olarak yaşamaya mahkum edilmişler.
Aborjin adlarına sadece bu kasaba kılıklı şehirlerde rastlanmıyor.
Sydney’in kimi mahallelerinin adları da onlardan yadigar: Wooolloomooloo, gibi yazması da söylemesi de zor mahalle adları bunlar.
Bu mahallelerin dışındaki her yere, her semte, her caddeye her sokağa safkan İngiliz adları verilmiş: Paddington, Kensington, Surry Hills, Hyde Park gibi binlerce kilometre uzakta başka bir ada devletinin başkentinden devşirilmiş, kim ne derse desin o soğuk sisli şehre yakışsa da üç yüz altmış beş gün parlak güneşle yıkanan bu şehre yakışmayan adlar bunlar.
Bir de ilk göçmenler kraldan fazla kralcı, daha doğrusu kraliçeden fazla kraliçeci olduklarından bununla da yetinmemiş, astığı astık kestiği kestik Kraliçe Victoria’nın on beş çocuğunun adını sadece Sydney’in değil ülkenin hemen her şehrinin orasına burasına serpiştirmişler.
Sydney’de şehir merkezini ortadan bölen Market Street’i kesen sokakların yarısı yaşlı cadının kızlarının, diğer yarısı oğullarının adlarıyla taltif edilmiş.
Brisbanne aşağı kalır mı?
O da aynı yolu izlemiş.
Sydney’in merkezi, ofislerin, bankaların, tiyatroların, otellerin bulunduğu, her biri yetenekli bir mimarın imzasını taşıyan Glass House, Aurora Place gibi endamlı gökdelenlerle dolu sıkışık bir alan.
Sırtını Sydney’de adım başında rastlanan büyük ötesi parklardan biri olan Hyde Park’a yaslamış önüne okyanusu almış.
Koca okyanus kuzeyden ve güneyden kıvrıla kıvrıla şehrin içine kadar giriyor.
İlk gelenler limanı okyanusun koca bir dil olarak uzandığı Cockle Bay üzerine kurmuş, dünyaya oradan açılmış, hayata oradan başlamışlar.
Bu canlı kıpır kıpır liman kısa sürede herkesin sevgilisi olup çıktığından olsa gerek adına Darling Harbour denmiş.
Okyanusun şehre sunduğu güzellik bu kadarla bitmiyor.
Şehrin dört bir yanı gizli koylar ve kumsallarla dolu.
Her biri birbirinden güzel bu kumsallar iklimin de elverişli olmasından ötürü hep dolu. Sörf yapanlar, dinlenenler, güneşlenenler, yüzenler, Avustralyalı olmanın göstergesi buzlu biralarını yudumlayıp mangallarını yelleyenler...
Burası sanki büyük bir şehir değil de bir tatil beldesi.
Aslında Sydney’i özel kılan da bu özelliği: Hem büyük şehir hem tatil beldesi.
Şehrin alameti farikası kuşkusuz yapımı on dört yıl süren ve yapım süresince üzerinde fırtına kopartılan Sydney Opera Binası.
Hepimizin en az bir kere fotoğrafını gördüğümüze inandığım bu olağanüstü yapı, Sydney limanının girişinde, gene hepimizin en az bir kere fotoğrafını gördüğümüze inandığım çelik köprünün karşısında yelkenlerini fora etmiş bir gemi gibi yükseliyor.
Bugün modern mimarinin başyapıtlarından biri olarak kabul edilen binanın mimarı Danimarkalı Jorn Utzon. Yapım süresince bütçeyi aştığı ve yeterince (!) yaratıcı olmadığı için o kadar çok eleştirilmiş ki, inşaatın bitmesini beklemeden ülkeyi terk etmiş.
Ediş o ediş. Bir daha geri dönmemiş. Bina onun yokluğunda tamamlanmış.
Sydney gerçekten güzel, güzel demek az, çok güzel bir şehir.
Bu güzellikte okyanusun eğile büküle, sapa kıvrıla şehrin içine yürümesi kadar Tanrı’nın lütfu doğanın da parmağı var.
Fışkıran ama boğmayan bir bitki örtüsü.
Evlerin damlarını örten ve bolluklarından ötürü şehrin simgesi haline gelen mor çiçekli jakarandalar, onların morluklarına inat kıpkırmızı saçılan ateş ağaçları, dalları göklere uzanan okaliptüsler, mis kokulu akasyalar, mimozalar, manolyalar...
Git git bitmeyen parklar, kumsallar, ansızın önünüze çıkan minnacık koylar...
Doğanın sunduğuna insanın kattığı...
Bir de şehre bir saat mesafedeki Mavi Dağlar var ki onların insan eli değmemiş vahşi güzelliğini anlatmaya kelimeler yetmez.
BİR İKİ İPUCU HAFTAYA
Şehri çevreleyen sadece dağlar değil.
Gene bir buçuk saat mesafedeki vadi Avustralya şarapçılığının en önemli merkezlerinden biri sayılan Hunter Valley.
Ancak helikopter gezisi yapıldığında tümü görülebilen, yüzlerce belki de binlerce hektarlık bağlarıyla bu vadi öyle bir yer ki, yazar buraya değil nereye baktı da vadisinin o kadar yeşil olduğunu yazdı dedirtiyor insana.
Yedi eyalete bölünmüş bu ıssız kıtanın Yeni South Wales diye adlandırılan eyaletinin başkenti Sydney, dışardan bakıldığında işte böyle bir şehir.
Ama dışarıdan bakıldığında.
Ya içeriden?
Kısa bir konaklama uzakta yaşanan bir hayatı ne anlamak ne anlatmak için yeterli değilse de, yıllardır orayı mesken tutan arkadaşlarım sayesinde turist gibi gezinmedim.
Bir iki ipucu edindim.
Doğma büyüme Sydney’li Pam ve bin yıllık dost Levent ile otuz beş yıldır Brisbane’de yaşayan derbeder Muriel, bu uzak kıtayı biraz olsun tanımama yardımcı oldular.
Gezdirdiler, gösterdiler, misafir ettiler.
O bir iki ipucuna gelince -yer bitti- onlar da varsın gelecek haftayı beklesinler.