Uğraştı, didindi, sonunda başardı adasının adını sınır dışına taşıdı

Yedisinde neysen yetmişinde osundur, derler ya, ne kadar doğru. Yedisinde nasıldı bilmiyorum ama tahmin edebiliyorum. Yetmişinde nasıl olacağını da ha keza.Reşit Soley ile tanışmamız seksenli yılların ortasına rastlar: O İtalya’dan yeni dönmüş, o günlerin köhne ama bir o kadar da sahici Ortaköy’ünde ilk bürosunu açma hazırlığı yapan çiçeği burnunda genç bir mimardı.

Haberin Devamı

Bense sonradan İstanbul’un en afili gece kulüplerinden birine dönüşecek, döküldü dökülecek küflü yalıda atölye açmanın hayalini kuran genç bir kadın. Aynı dili konuşan, benzer hayaller kuran, arkadaşlıklarını iş birliktileği ile pekiştirip bu arada deliler gibi gülen gencecik iki insan yani.

Reşit o dönemde de delifişekti. O zamanlar da hızına yetişilmezdi.

O günlerde de nereden edindiğini an

Onun bu ikinci hayat hikayesine nereden başlamalı?

Çocukluğunun geçtiği Bozcaada’yla hep bir gönülbağı olduğu kesin.Yıllar önce bile şantiyelerdeki sorunlardan bunaldığında nefes almak için kaçıp gittiği yerdi Bozcaada.

Orada küçük bir bağ ortasında, kendine benim kaçış evi adını taktığım bir ev yapmış ve vakit bulur bulmaz soluğu adada alır olmuştu.
Adanın el değmemişliğini, Rumlar’ın adayı terk etmelerinin ardından sayıca pek azalan ada ahalisinin gönül zenginliğini anlata anlata bitiremiyor, bu gözden uzak olduğu kadar gönülden de uzak adadan her söz edişinde, annelerin çocuklarından söz ederken seslerine sinen şefkate benzer bir şefkat siniyordu. Hepimizi, sevdiği bütün arkadaşlarını bıkıp usanmadan davet etmesi biraz da kanımıza girmek için gözümüze fazla uzun ve zahmetli görünen yolu kısaltıp budaması o yüzdendi. Evet Çanakkale’ye kadar bir zahmet gidilecek ve evet ancak deniz sakinse çalışan feribot beklenecekti. Evet, kimi zaman hava muhalefetinden adada mahsur kalındığı oluyordu ama değil bir hafta sonu birkaç saat geçirmek için bile bu meşakkate değerdi. Bu sihirli kara parçasına adım atıldığında insanda ne yorgunluk kalıyordu ne bıkkınlık. Bin kere davet ettiği adaya ancak bir kez, o da bir yaz başı iki günlüğüne gittim. Gidebildim.

Ada gerçekten de anlattığı gibiydi. Di de, gidilecek daha bir o kadar ada, girilecek daha bir o kadar deniz vardı benim için. Gözümde yeterince heves kuşu dönmemiş, yeterince pırıltı görmemiş olmalı ki, bir süre sonra sana da şuralardan bir bağ evi alalım demeyi bıraktı. Zaten çok geçmeden de iş güç, aile gaile derken sık görüşemez olduk.

Arada yollarımız kesişiyor, ayak üstü hal ve gidiş raporları alınıp veriliyor sonra herkes kendi yoluna gidiyordu.

Şaraba gönül verdiğini o ayaküstü raporlardan biliyordum da, şarap işini de saksafon çalmaktan uçak kullanmaya hobi arsızı arkadaşımın son oyuncaklarından biri zannediyordum.

Bu yazıları yazmaya başladığım sıralarda buluşup çıktığımız bir yemek esnasında ufaktan da olsa işin hobi boyutundan öte bir iş olduğunu kavradım. Hem de ucunda gönül verdiği adasına katkı sağlayacak, eğer becerecek olursa da cim karnında nokta bu adayı dünyanın gözüne sokacak bir iş.

Yaptığı her iş gibi bunu da ciddiye alıyor, ucundan tutmuyordu. Emeklilik günleri için bir yatırım değildi yaptığı. Niyeti dört dörtlük bir bağ kurmak ve adanın meşhur çavuşundan şarap yapmaktı.

Hiç unutmam, yazının yayımlandığı hafta çevremde ne kadar şarap içicisi, yetiştiricisi, bilicisi, ahkamcısı, ukalası, kumkuması varsa dudak bükmüş, çavuştan şarap olmaz deyip Reşit’i ham hayal görmekle suçlamışlardı.

Çavuştan şarap olur muydu olmaz mıydı en küçük bir fikrim yoktu, ama bildiğim bir şey vardı. Reşit kafayı takmış ve hatrı sayılır bir yatırım yapmışsa sonuna kadar giderdi. Ve bugüne kadar gittiği yerlerden eli boş döndüğü vaki değildi.

Corvus böyle doğdu.

Akaretler’deki Fil Design’da tasarımını yaptığı ilk etiketlerin çizimlerini ender bir pulu albümünden çıkaran filatelist edasıyla dosyasından çıkarıp gösterdiği gün de dün gibi aklımda.

Sonra serüven başladı. Reşit biraz adada biraz burada yaşamaya başladı. Biraz Fransa’daydı, biraz İtalya’da.

Minik bir bağla başlayan Corvus serüveni, zamanla üçyüzbin metrekareye yayılan omaca ormanıyla, sahibi olmadığı yüz elli bin metrekarelik bağın da bakımını üstlendiği dev bir projeye dönüştü.

İşte dün akşam bir avuç insan, sekiz yıllık bu serüvenin son ürünlerinin tadımı için Gaja’daydık.

Reşit’in kanından kan, canından can alan son gözdelerini tatmak için.
Altı şarabın tadılacağı geceye ne yazık ki geç gittim. Küçük grup, otelin onuncu katında ilk beş şarabı çoktan tatmıştı ve Gaja’nın yetenekli şefi Murat Karaduman’ın o şaraplara özel hazırladığı yemek için yukarı çıkmaya hazırlanıyordu. Nasıl olsa yemeklerle de aynı şarapları içececeğiz diye ben doğrudan Gaja’ya gittim. Meğer hepsini değil, bir kısmını içecekmişiz ne bileyim.

ÇAVUŞTAN ŞARAP OLMAZ DİYENLERE...

Limon püreli kuzu etine eşlik eden şarap, Reşit’in saplantısı, adanın göz ağrısı çavuştan mamul Teneia idi. Ülker Yaşin içtiğimiz şaraptan mükemmel bir şampanya yapılabileceğini söylediğinde Reşit yakın bir gelecekte o işe de bulaşacağının müjdesini verdi.

Ayvalı kaz ciğerimze Bianco Blend eşlik etti. Vassilaki, çavuş ve sauvignon blanc karması harika bir beyaz. Ardından gelen karides ile de aynı şarabı yudumlamaya devam ettik. Bonfileye eşlik edense Blend no:3’tü. Kişisel olarak benim Blend no: 2’den de çok beğendiğim nefis bir kırmızı.

Ne yazık ki tadımda sunulan malbec ve merlot yemekte yoktu.

Malbec malum Güney Amerika’da, Arjantin ve Şili’de yetişen bir üzüm. Tadanlar ki, benim gibi kulaktan dolmacı değil hakiki ustalar, bu uzak diyar üzümünün ada toprağıyla mükkemel uyum sağladığında hemfikirdiler.

Merlot için de teveccühlerini esirgemediler.

Gece, tatlıya eşlik eden, sautern ayarı tatlı bir şarap olan Passito ile bitti.

Bu arada Reşit’e her zaman olduğu gibi hal ve gidiş raporunu sordum:
“Ne olacak” dedi, “Sana sekiz yıl önce anlattığım gibi. Ama diklenmeyi öğrendim.”
Kime diklendiğini sorunca da, gerektiğinde alıcısına, gerektiğinde satıcısına, gerektiğinde dağıtıcısına, sunanına, sananına, bilmeyip konuşanına, anlamayıp yazanına uzun bir liste sıraladı.

“Diklenince de başım dik kaldı. Kalabalık içinde farkedildim.”

Sonra biraz Corvus’un Avrupa pazarındaki başarılarından, katıldığı ulusal ve uluslararası yarışmalarda aldığı ödüllerden, şarap dünyasının vazgeçilmezi olan ünlü şarap dergilerinde adının sıkça geçmesinden ve yabancı şarap uzmanlarının övgüyle Corvus ve üzümlerin vatanı Bozcaada’dan söz etmelerinden konuştuk.

Ben biliyordum da kimse inanmıyordu. Uğraştı, didindi, sonunda başardı.

Şişelerin üzerine yazdığı gibi Proudly produced in Turkey.

Adasının ve ülkesinin adını gururla sınır dışına taşıdı.

Haberin Devamı

Yedisinde neysen yetmişinde osundur, derler ya, ne kadar doğru. Yedisinde nasıldı bilmiyorum ama tahmin edebiliyorum. Yetmişinde nasıl olacağını da ha keza.

Reşit Soley ile tanışmamız seksenli yılların ortasına rastlar: O İtalya’dan yeni dönmüş, o günlerin köhne ama bir o kadar da sahici
Ortaköy’ünde ilk bürosunu açma hazırlığı yapan çiçeği burnunda genç bir mimardı. Bense sonradan İstanbul’un en afili gece kulüplerinden birine dönüşecek, döküldü dökülecek küflü yalıda atölye açmanın hayalini kuran genç bir kadın. Aynı dili konuşan, benzer hayaller kuran, arkadaşlıklarını iş birliktileği ile pekiştirip bu arada deliler gibi gülen gencecik iki insan yani.

Reşit o dönemde de delifişekti. O zamanlar da hızına yetişilmezdi.

O günlerde de nereden edindiğini ancak kendinin bildiği bir özgüvenle hayata bodoslama dalar, tutuğunu koparan insanların ödün vermez tavrıyla milletin ham hayal olarak gördüğü düşlerin peşinde koşardı. Ayağı yere sağlam basan, başı bulutlarda dolaşan garip bir tip vesselam.

Dı diye anlattığıma bakmayın.

Bunca yıl geçti, aynı delifişeklik, aynı hızına yetişilmezlik, aynı dediğim dedik öttürdüğüm düdüklük berdevam. Dı faslı bir tek işi için geçerli.

O zamanlar mimardı. Şimdi şarapçı.

Haa, bir de adres değişikliği var elbet. O zamanlar İstanbul’da yaşardı.

Şimdi adalı.

Yazarın Tüm Yazıları