Tepecik Camii’nin müezzini ve Bülent Ersoy

Ezan başlamış.
Ben televizyon karşısında olduğumdan farkında değilim ama belli ki başlamış.

Haberin Devamı

Başladığı divamızın şak diye susmasından belli.
Show TV‘de Bodrum’dan canlı yayınlandığı söylenen konserde, bülbül gibi şakıyan divanın şarkının orta yerinde ne diye dut yemiş gibi sustuğunu açıklamak onu programına konuk eden Ferhat Göçer’e düşüyor. F.G. yüzünde bilindik gülümsemesi ve yüklemsiz kurduğu cümleleriyle malumunuz diyor, bis, eliyle semayı gösterip ezan diyor, bis, diğer elini kalbine koyarak saygı diyor, bis, kaşıyla gözüyle yanı başında kıpırtısız  duran divayı işaret ederek, zaten siz onu bilirsiniz kabilinden bir bakış atıyor, bis, sonunda da kollarını başını yere eğmiş, elinde tuttuğu mikrofonu da kendisini iri bir mavi bulut haline dönüştüren tuvaletin tüllerden müteşekkil göğüs kısmına sıkıştırmış konuğuna doğru sallıyor, bis.
Bülent Ersoy, gümüş gözleri kapalı huşu içinde ezanın bitmesini bekliyor.
Araya reklamlar giriyor.
Kendimi balkona atıyorum.
Gerçekten de ezan okunuyor.
Hele de böyle uzaktan gelirse, ezan sesi kadar insana iyi gelen ses yoktur diye düşünüyorum. Kuzguncuk’taki evin mendil bahçesinde, sabah ayazını ısıtan müezzinin inişli çıkışlı sesi düşüyor aklıma. Şimdiki kaset ezanlarının tekdüzeliği ile kıyaslanmayacak kadar sıcacık bir sesti. Tepecik Camii’nden geldiğini düşündüğüm bu ezanla, yıllarca kulağımda asılı kalan diğerini kıyaslamak benim haddimi aşar ama ikisinin arasında fark olduğu da kesin. Birinde ruh vardı ve uhreviydi, bu duyduğum belki mükemmel ama dünyevi. Ezanın bitmesiyle salondaki açık televizyondan davudi sesini titrete titrete yeni bir şarkıya başlayan divanın sesi yükseliyor: Hicraaan olduuuu haaayaaat banaaa...
Ben bu şarkıya ölürüm.
Hakikaten ölürüm.
Hamiyet, nihavent.
Zamanında değil tüylerimi diken etmek, dinlerken ciğerimden ciğer söken Ah Ederim’in şimdi kılımı bile kıpırdatmaması hayra mı şer’e mi alamet?
Yeniden içeri geçiyorum.
Kapatsana a kadın. Gidip işine baksana... Yok.
Şarkının bitiminde F.G. ve diva birbirlerini ağırlamaya başlıyorlar.
F.G. bu büyük sesin, Türk musikisinin bu en büyük üstadının, Türkiye’nin yaşayan bu en büyük sesinin, bu gece burada olmasından duyduğu mutluluğu anlatırken, divanın kendisine yaramazlık yapan çocuğuna, oldu mu şimdi bu, yollu hafif kızgın bir bakış fırlatmasıyla duralıyor, nerede hata yaptığını hemen anlayıp yaşayan en büyük sesler arasına Müzzeyen Senar’ı da katarak lafı  hanımefendinin mavi bulut şıklığına getiriyor.
Bir adet teveccühünüz gülümsemesi geçiyor divanın yüzünden.
Cevaben de dudaklarından Değerli Show TV ailesinin zat-ı-âlinizin emin ellerine teslim ettiği bu en güzide programına katılmak benim için de büyük bir honör sözcükleri dökülüyor.
Kapatsana a kadın. Gidip kendi işine baksana...
Yok, ışığa yapışan pervane misali televizyona kilitlenmişim bir kere.
Biraz daha karşılıklı iltifat, biraz daha teveccühünüz gülümsemesi derken sonraki şarkıya geçiliyor.
Gene aynı davudi ses, gene tek notaya yanlış basmadan, gene üst perdeden, gene şeddeli söylüyor.
Bu arada canlı yayının Güverte Bar’da yapıldığını ve şu mobilya, bu lokanta, bir sürü de sponsor bulunduğunu öğreniyoruz.
Reklamlar... Ohh.
Ben yeniden balkona çıkıyor ve izlediğim programla Türkiye’nin aslında nasıl da birbirine benzediği üzerine nazariye üretmeye koyuluyorum.
Yalan değil, Hamiyet, nihavent, Bülent.
O günden bu güne değişen Türkiye’nin resmi değil mi bu?
Hamiyet Cumhuriyet kızıydı, bağra basıldı.
Oysa seksenler ve seksenlerde şöhret olan Bülent farklıydı.
Sırtını devlete değil millete dayadı ve yoluna gitti.
Bu devlet, bu yüzden ona  az bedel ödetmedi.
Sırf bu yüzden bile başımın üzerinde yeri olması gerekir de... Olmuyor işte, aklımı kurcalıyor.
Ne zaman, hangi arada ikisi birbirine bunca benzedi?
İnsana, bu ne hiddet bu celal, dedirtecek cinsten bir öfke, bir kibir, bir ben ne oldum hali,bir muktedir
tafrası, bir sahte caka, bir üste oturmayan faça... Ne arada serpildi, yerleşti, benzeşti?
Ben bunları düşünedurayım, içeride Geeeniiiiş Kanatları Boşlukta Simsiiyaaah Açılaan başlıyor.
Bu kez balkondan dinliyorum.
Bir kez detone olsa, şarkı söylemeyi bırakacağına yemin ederim.
Repertuvarında beş binin üzerinde şarkı olduğu biliniyor.
Ses desen Allah vergisi de... Ruh nerede, insanın içini eriten ruh?
Aklıma gene Kuzguncuk’taki müezzinin inişli çıkışlı sesi geliyor.
İnişliydi çıkışlıydı, muhtemelen detoneydi ama insanın içini ısıtırdı. Bu üşütüyor.
İçeri giriyor, televizyonu kapatıyorum.

Haberin Devamı

Kısmet’siz Bodrum olmaz

Haberin Devamı

Bodrum’a geldiğimden beri ne televizyon izlemek geliyor içimden ne gazete, dergi okumak.
Tatil dediğin böyle olmalı, bellemişim bir kere. İyi de etmişim.
Denize gideceksin, yüzeceksin, şezlonga serilip okuyacaksın, arada uyuyacaksın.
Ama bu sabah canım toparlanıp denize gitmek istemedi nedense.
Işık yordu beni diye düşündüm, evin loşluğuna sığınayım biraz, kendi seçtiğim müziği dinleyeyim, biraz çalışayım, okuyacağımı kanepeye serilip okuyayım.
Niyet buydu da ben ne yaptım? Televizyonu açtım.
Zap zap zap.
Aaa Ali Poyrazoğlu... Bodruma gidiyorum diyor, benim için Bodrum deniz-ev ve ikisinin arasında gidip gelirken her gün uğrayıp yemek yediğim Kısmet Lokantası’dır.
Ali Poyrazoğlu’yla ne çok ortak noktamız varmış.
Kısmet’i nasıl oldu da boşladım.
Sıcak vız gelip tırıs gidiyor, kalkıp caddenin karşısına taşınan Kısmet’e
gidiyorum.
Bodrum’u bilip de
Kısmet’i bilmeyen yoktur ama ola ki kaçırdınız. İki eliniz kanda bile olsa mutlaka uğrayınız. Adresini yazmama bile gerek yok. Konacık’ta durunuz ve
geçen birine sorunuz. Yeter.

Haberin Devamı

Yaka Köy’ün Dibekli Han’ı

Dibekli Han... Madem herkes Ortakent Yaka Köy’de açılan bu sanat köyünden söz ediyor, hadi marş marş.
Sarp’la birlikte, bir akşamüzeri Dibekli Han’a gidiyoruz. Kapıda hanı hayata geçiren çiftin fotoğrafları ve altında da manifesto gibi bir metin karşılıyor bizi: “Bodrum Yarımadası’nın o güzelim doğasını hoyratça harcayarak betonlaştıran, sosyal yaşantısını
paparazzi kültürüne malzeme olma uğruna yozlaştıran değişime karşı bir başkaldırıdır Dibekli Han...” diye başlıyor metin.
“Gülay-Cenap Tezer çiftinin varlıklı olmak için değil, varolmak için uyguladıkları bir projedir” diye bitiyor.
Yavaş yavaş yukarı meydanın olduğu yere seğirtiyoruz.
Daha ilk bakışta mekânın büyük bir özenle onarıldığı anlaşılıyor. Ferforje detaylarından yerdeki çakıl taşlarına kadar aynı özen.
Önce müze: Opalinler, baskı tahtaları, hançerler... Müzeden çok iyi bir koleksiyon demeli bence. Küçük ve sevimli.
Sonra antikacı, ardından çul çaputçu, sonra boncukçu, meydanı çevreleyen dükkânları dolaşıyoruz.
Aşağı kattaki sergileri gezmeyi sona bırakarak...
Şu anda Nükhet Anadol Tatari’nin takı sergisi var.
Etnik özellikler taşıyan kolyelerin sergilenişini beğeniyorum.
Kamil Masaracı’nın karikatür sergisini de gezdikten sonra yeniden yukarı, kahvehaneye çıkıyoruz.
Karşımdaki arklardan nefis bir manzara gözüküyor.
Birer çay içiyoruz.
Lokantanın bir-iki güne kadar açılacağını bize servis yapan sevimli garsondan öğreniyoruz.
Giriş ücreti yok.
Alışveriş de kesat gibi duruyor.
Umalım da lokanta iyi olsun, tutsun.
Varlıklı olmak adına değil ama varolmak adına da para lazım çünkü.
Tel: (532) 263 84 3

Yazarın Tüm Yazıları