Michelin’i hak eden KOCADON

Kocadon şu koca yarımadanın bence, sadece bence de değil yemeğe düşkün herkesçe en iyi lokantası.

Yemekleri, servisi, sade ama çarpıcı avlusu, her şeyiyle! Gene şahaneydi! Kocadon’dan her zaman olduğu gibi ağzımız kulaklarımızda ayrıldık.

Gidip duru şivesiyle konuşan sürücümüz “hamerdiren diriz buna biz” dedi.
Ne dersiniz, ne dersiniz?
-Hamerdiren.
Ham erdirenmiş, ocak ayı ortası buralarda tıpkı böyle, öyle bir sıcak olurmuş ki, daldaki ham meyve bir gün içinde olgunlaşıverirmiş.
Aklımdan ilk geçen, desene incirler ballanacak olsa da sadede geliyor, benzin fiyatlarından dem vurup klimayı açmamakta direten inatçı taksiciye kaç gün sürer peki bu meret diye soruyorum...
Eee, diyor, “ni bilem sen de üüüç, ben diiim beş”.
Süm’le aynı anda parmaklarımızı çapraz yapıp “inşallah üçtür” diye geçiriyoruz içimizden.
Beşse halimiz yaman çünkü.
Kaç gündür evden burnumuzu çıkarttığımız yok, öyle sıcak.

yemek-mutfak
ağırlama-sofra *
adres-mekan
içki-sigar
mey-meyhane
lokanta-bar *
çay-kahve
ev-dekorasyon
tasarım
düzenleme
çiçek-bahçe
televizyon
haber-dizi
tatil-gezi-şehir *
otel-spa-sağlık
yoga-reiki
kişisel gelişim
güzellik-makyaj
moda-alışveriş
müzik-tiyatro *
sinema-edebiyat
insan-portre


Allahtan deniz çivi, karayel keskin de akşama doğru bir koşu plaja gidip serinliyoruz.
Klimaya pervane gibi yapışmış otururken birbirimizi hiç olmazsa buralarda nem yok diye avutuyoruz.
Süm’le Daryal bendeler. Elimde olsa, bu cümlenin sonuna nokta yerine ağzı kulaklarında gülen yüz işareti koyacağım, öyle mutluyum.
Çinliler, “balıkla misafir üç gün sonra kokar” demişler de anlaşılan bunu oltaya takıldığında bile gevşek sarı deniz balıklarıyla, sevişirken bile dövüşür gibi konuşan vatandaşları için söylemişler. Misafir vardır adama bir günü zehir eder balık vardır kokmaz ama zehirler. Bir de insanın neşe saçan, bıraktığı yerden virgül koyup lafına devam ettiği dostları vardır ki değil üç gün üç yıl misafiriniz olsa ne gam.

İKİ LAK LAK, BİR KAHKAHA

Programımız belli: Kahvaltı.. lak lak lak.
Imızganma: Lak lak.
Öğle yemeği: Lak lak lak. Sonra siesta.
Deniz: Kırk dakikadan az olmama kaydı ile sıkı bir yüzme. Günbatımında ilk yudum.
Akşam yemeği için hareketlenme, giyinip bir yerlere gitme, yemeği yiyip eve dönme.
Sabaha kadar gene lak lak lak.
İki lak lak arası da bir kahkaha.
Süm ile Daryal tam erbabı insanlar, iyi yiyen, gerekirse iyi yemeğin peşine düşen cinsten.
Onlar gelmeden aldı mı beni bir düşünce... Akşamları çıkacağız da nereye çıkacağız? Elimde elde bir olan, Kocadon.
Gerçekten de Kocadon şu koca yarımadanın bence, sadece bence de değil yemeğe düşkün herkesçe en iyi lokantası. Her şeyiyle... Yemekleri, servisi, sade ama çarpıcı avlusuyla... Her şeyiyle.
Buralarda iyi balık şurada yenir denir doğrudur, oranın pidesi şahane denir gerçekten iyidir, buranın lokması bitanedir, şurada şu çalar, kiminin manzarası, kiminin fiyatı, kiminin havası derken liste uzar gider ama adam gibi dört dörtlük lokanta bulmak neredeyse imkansızdır. Dediğim gibi Kocadon dışında.

HERKES PARMAKLARINI YEDİ

Gene şahaneydi!
Hadi beni bırakın ama Süm’le Daryal bile parmaklarını yedi..
Ahmet Kocadon 23 yıllık lokantasını bir çizginin üzerine taşımaya öyle ahdetti ki, kazandığını işe yatıra, vakit buldukça yurtdışına gidip namlı şeflerin yaptıklarını bizatihi tada, lokantanın kapalı olduğu kış aylarında yeni lezzetler peşinde koşa kalka çıtayı öyle yükseltti ki insan pek de güzel yemek yenmediğini bildiği bu yarımadada böyle bir lokantayla karşılaşınca ister istemez şaşırıyor.
O akşam ben, ilkbaharda toplatıp şoklayarak sakladığı nar ekşili körpe ızgara enginar, ardından da bu yıl mönüye dahil olan kerevit yedim. Süm ile Daryal açık büfedeki Ege otlarından ikişer tabak yedikten sonra barbunya istediler. Arka bahçeden toplanan mandalinaların sorbesini de tattıktan sonra, buranın pekala tek yıldız Michelin’i hak ettiğini söylediler.
Ki doğru.
Kocadon’dan her zaman olduğu gibi ağzımız kulaklarımızda ayrıldık.

İKİNCİ AKŞAM ADA VEDAT’IN MANASTIRI

İkinci akşam kıvranıyorum, Kocadon bitti ee şimdi nereye gidilecek?
Aziz Akyavaş imdadıma yetişti: Bizim Ada Vedat dedi, Ortakent’te bir manastırı onarmış, bahçesine de Ada Sofra diye iddialı bir lokanta açmış, dene istersen...
Buralara gelip de Vedat’ın Türkbükü’ndeki Ada otelini işitmeyen yoktur herhalde. Yarımadada açılan ilk ve kesinlikle en şık butik otellerdendir. Şimdi Ortakent’te açıp dünyanın tek odalı en küçük oteli diye kayda düştüğü (ki değil o sıfat Nuray ve Selim’in Kapadokya’daki otellerine aittir) otelin müthiş havalı olacağından eminim de Ada Sofrası’na aynı oranda güvenmiyorum. Ya fazla tumturaklıysa, ya fazla pahalıysa, ya yemekler iddialı olmasına iddialı ama ortalamaysa, şu bu...
Bana söylemezmiş ama Süm de benim gibi düşünürmüş.
Neyse, annemi de alarak gittik.
Annemin altını çiziyorum çünkü ben sağdan, soldan, hatta pastanın üzerine kondurulan kirazdan etkilenip ana meseleyi kaçırabilirim ama onun şirazesi şaşmaz. Yeni bir dizi, yeni bir şehir, yeni kitap, yeni şarkı, yeni yer o beğenirse tutar, beğenmezse batar. Kendisine Tuncay Turnesol derim bu yüzden.

KULEDEKİ AŞK YUVASI

Bodrum’dan Turgutreis istikametine doğru Ortakent’e geliyor ve Belediye’yi geçer geçmez ilk ışıklardan sola dönüyorsunuz. Ondan sonrası kolay. Her köşe başında Ada Sofrası diye bir ok.
Mahalle arasında dar bir sokaktan çıkınca ışıklandırılmış Kule de karşınıza çıkıyor.
Aziz’in manastır bellediği 1602’de inşa edilmiş bir kule. Bodrum Kalesi’nden sonra yarımadanın ayakta kalmış en eski yapısı. İşte zincirli bir asma köprüyle girilen o kuledeki tek oda otel, üç beş basamakla çıkılan önü yere kadar camlı demir konstrüksüyon mekan da kırk kişilik lokanta. Böyle yazınca insanın aklına demirli paslı bir şey gelebilir ama değil, şık. Hem şık hem çarpıcı.
Affallıyoruz.
Annem kuleyi gezme işini bize bırakıp masalardan birine kuruluyor.
Daha açılalı on iki gün olmuş ama içerisi lepalep dolu. Bir-iki Türk, gerisi yabancı.
Kuledeki oda aşk yuvası.
İçerisi mumlarla aydınlatıldığından ve gün batalı da hayli olduğundan ayrıntıları çok iyi göremiyorum ama Safranbolu evleri gibi sedir ağacından dolaplar, tavanı fır dönen boyamalar, kerevetin üzerinde duran nakışlı minderler, büyük bir hamam, yanda modern bir banyo ve küçücük pencerelerden görünen harika bir manzara...
Öyle köyle evi gibi de değil, bu saydıklarımın hepsi eskiyle yeninin karması, müthiş ahenkli.
Bir kez daha gündüz gözüyle gelip göreceğimi söylüyorum ve lokantaya geçiyoruz.
Bir Malbec Daryal ve benim için. Süm rakı istiyor gerisini onlara bırakıyoruz: Bulgurlu ekmek, marine levrek, defne dalında ızgara karides, salatalıklı kavunlu salata, karagöz ızgara..
Hani biz lak lak laktık ya, palavra!

MASADA ÇIT ÇIKMIYOR

Süm gözlüklerini takmış yediklerini inceliyor, Daryal her lokmada nefis nefis. “Afiyet olsun” diyor.
Ama son söz Tunçay’ın... Gözünü süzüyor, dudaklarını büzüyor, üç parmağını bitiştirip aşağı yukarı sallayarak “harika” diyor.
Gerçekten öyle.
Eski eser onarımında insanı canından bezdiren, bütün bürokrasiyi göze alarak onarımı yapan Vedat’a ve Ada Sofrası’nın işletmecileri Özben Saygün ve Berna Yavuzlar’a teşekkür edip ayrılıyoruz.
Kediler gibiyiz.
Geriniyoruz, mırıldıyoyuruz, mutluyuz.
Mahmut Paşa Kulesi, Kule Sokak No:20, Ortakent. (252) 358 74 14.
P.S. Dört kişilik yemek için (yukarıda saydıklarımdan da fazlası geldi sofraya) 260 lira ödedik.

BU TOPRAKLARA YAKIŞAN BİR SES

Okuyoruz da dinlemiyor muyuz?
Bir arkadaşım seversin diye Birsen Tezer’in ilk CD’sini getirdi.
Bodrumlular, Bodrum severler buraya gelip de kulüplere gidenlerin yakından tanıdığı bir sestir Birsen.
Sonunda ilk albümünü çıkarmış. Adı Cihan.
İçinde sözlerini kendi yazdığı bestesi Erkan Oğur, Bülent Ortaçgil gibi ustalara ait şarkılar var.
Kadife sesiyle söylüyor gene.
Gene hüzünlendiriyor.
Şurası kesin: Birsen bu topraklara çok yakışıyor.
Yazarın Tüm Yazıları