Moet et Chandon firmasının basın sözcüsü Sophie büyük boy yağlıboya tablonun önünde durup, işte, diyor, karşınızda 15. Louis’nin gözdesi, ünlü Madame de Pompadour!
"İçtikten sonra kadınları güzelleştiren tek şarap" diyerek şampanyayı kutsayan ve cümlesini "Erkekleri de biraz olsun sağduyulu kılan" diye bitirdiği rivayet edilen ünlü dilber demek bu.
Sophie söylemese, ince elli, al yanaklı, mermer tenli bu kadının Fransa sarayının en muktedir kadınlarından biri olduğunu anlamak güç. Cevher işli elbisesi, yerleri süpüren incileri, hotozuna iliştirdiği tüyler, büründüğü danteller her ne kadar şatafatlı bir hayatın göstergesi de olsa dudaklarındaki solgun gülümseme ve uzaklara bakan hüzünlü gözler insanın aklına ister istemez altın kafese kapatılmış kuş meselini getiriyor.
Tablonun karşısında durup lisedeki tarih dersinden aklımda kalanları hatırlamaya çalışıyorum. Kimdi bu markiz?
Ben bölük pörçük bilgi kırıntılarını bir araya getiremeden, Sophie birkaç adım daha atıyor ve pudralı beyaz perukalarıyla hepsi birbirinin tıpkı basımı gibi duran üç adamın ve onlara zerre kadar benzemeyen bir dördüncü zat-ı-muhteremin resimlerinin önünde duruyor. Dünyanın en büyük şampanya üreticisi Moet & Chandon firmasının kurucularının portreleri bunlar: Baba oğul üç nesil ve hımbıl oğlun yerini alan cevval damat. Sophie kısaca bu efsanevi şampanya firmasının tarihini ve kurucularının özgeçmişlerini anlattıktan sonra biraz ileride asılı duran başka bir tablonun önüne gidiyor. Onu anlatmasına gerek yok, hepimiz kim olduğunu biliyoruz. Elini ceketinin düğmeleri arasına sokup ressama poz veren bu hafif göbekli tıknaz adam, "Para! Para! Para!" diye naralandığı söylenen Napolyon Bonaparte.
Birazdan firmanın devasa kavlarını gezecek ve askeri okuldan sınıf arkadaşı olan Rene Chandon’un İmparator hazretleri geldiğinde konaklasın diye Versailles Sarayı mimarına yaptırttığı küçük Trianon sarayında öğle yemeği yiyip, şampanya içeceğiz. Eh ne de olsa Paris’e iki saat uzaklıktaki Şampanya bölgesindeyiz. Şampanya içmeyip de ne içeceğiz?
İki günlük şampanya gezimizi anlatmaya nereden başlamalı? İyisi mi baştan başlayayım.
Küçük kafilemizi taşıyan uçak Paris’e inip de havaalanından çıktığımızda yüzümüze çarpan ılık hava hepimizi şaşkına çevirdi. Fırtına, ayaz, bora beklentisiyle üst üste giyilmiş kalın paltolar fora edildi ve bizi Şampanya bölgesine, daha doğrusu Şampanya bölgesinin küçük bir ilçesi olan Eparney’e götürecek otobüse binildi. Fazla oyalanmadık çünkü BT firmasının davetlileri olarak katıldığımız iki günlük yolculuğumuzun gündemi hayli yüklü. Programa göre önce Hautvillers Manastırı’na gidecek, manastırın küçük müzesini gezip keşişlerin yemekhanesinde öğle yemeği yedikten sonra da ünlü bağları göreceğiz.
Söz konusu bağlar altın değerinde. Çünkü şampanya yapımında kullanılan üzümler ancak bu killi topraklarda yetişiyor ve kuzeyin soğuk iklimi onların tam da istenilen kıvamda olgunlaşmasını sağlıyor.
Akşam yemeği ve konaklama ise adı dünyayı tutan Saran Şatosu’nda.
NEYE NİYET NEYE KISMET!
Sonbaharın bütün güzelliğini gözler önüne seren kırlardan geçerek geldiğimiz manastır, bir Benedikt’in manastırı ve tarihi yedinci yüzyıla uzanıyor. Onu diğerlerinden farklı kılansa oraya yerleşen bir keşiş: Dom Perignon.
Dom Perignon 17. yüzyılın sonlarına doğru, yıkımlardan, talanlardan nasibini alan manastırı çeki düzene sokmak için Hautvillers’e geldiğinde niyeti, bugün dünyanın en zarif içkilerinden biri addedilen şampanyayı keşfetmek değil elbet. Niyeti, ayinlerde İsa’nın kanı olarak içilen, o yüzden de ruhban sınıfı için elzem olan şarap yapımını geliştirip bağları daha verimli hale getirmek.
Keşişlerin o bilindik çalışkanlığı ve sabrı, üstüne üstlük o dönem için hayli uzun sayılacak bir ömür, Dom Perignon’a bundan fazlasını bahşediyor: "Şarap mutlaka fıçıda mı yıllanmalı, şişede bekletilemez mi" sorusu ve yılmadan usanmadan yaptığı deneyler, bu inatçı keşişe köpüren bir şarap yapma fırsatı veriyor. 14. Louis’nin, içinde baloncuklar olan bu yeni şarabı beğenmesi de kaçınılmaz başarıyı getiriyor. Şampanya doğmuş ve bir rivayete göre, ileriki yaşlarında yarasa kadar kör olan bu yaşlı keşiş de tarihe mal olmuştur artık...
MADAME DE POMPADOUR’UN KATKISI
Daracık merdivenlerle çıktığımız manastır müzesinde Sophie’nin bize anlattığı bu öyküyü dinliyoruz. Yaşlı keşişin ölümünden sonra manastır önemini yitirmiş ve bağlar kaderlerine terk edilmiş. 18. yüzyıl ortalarına bölgenin en varlıklı ailesi Flaman asıllı Moet’ler gelip bağları satın alana kadar da bu böyle sürmüş.
Hikayenin geri kalanını öğle yemeği sırasında dinledik.
1743 yılında kurulan Moet & Chandon firması yine sarayla iç içedir. Dönem, 15. Louis dönemidir ve Madame de Pompadour da onun metresidir. Kral, bir av sırasında gözüne kestirdiği bu soylu ve evli kadına aşık olacak, onu yaşadığı Senat bölgesinden alıp Versailles Sarayı’na getirecektir. İçlerinde Voltaire ve Rousseau gibi ünlü düşünürlerin olduğu sanat edebiyat çevresi ile yakın dostluk kuran bu akıllı kadının en sevdiği şarap, bilindiği üzere şampanyadır. Madem gözdenin gözdesi şampanyadır o zaman saraydaki her davette başköşeyi tutması kaçınılmazdır.
Öyle de olmuş.
Sophie bunları anlatırken, şampanyanın üreticilerinin istekleri dışında yemeklere eşlik eden bir şarap değil de, kutlama içkisi olarak algılanmasının altında acaba sarayda geçirdiği bu şaşaalı dönemin etkisi var mı diye düşünüyorum.
Muhteşem yemek sonrasında gittiğimiz bağlarda Sophie bu kez bize işin teknik kısmını anlattı. Aklım Madame de Pompadour’da kaldığından mı, yoksa İstanbul’da asla göremediğimiz çılgın sonbahar renklerine bakmaktan ve onu biraz kös dinlediğimden midir bilmem, verdiği teknik bilgilerin çoğunu unuttum ama firmanın, toplam 17 adet olduğu söylenen Grand Cru bağlarından 14’üne sahip olduğunu hatırlıyorum.
Akşam yemeğini geçen hafta yazmıştım, rüya gibi geçti.
DÜNYANIN EN PAHALI ŞAMPANYASI BİZDE
Saran Şatosu boşu boşuna bu kadar ünlü değil...
Bir kere, inanılmaz güzellikte bir parkın içinde. Ama güzel olan sadece bu değil elbet. Firmanın konukevi olarak kullandığı ve içlerinde devlet başkanları da olmak üzere dünyanın dört bir yanından gelen davetlileri ağırladığı bu şatonun başında, firmanın marka elçisi Patrick Vandermark ve mutfağında ünlü şef Dance var. Ağırlanan konuklara sunulan yemekleri tarif etmeme imkan yok. O kadar leziz ve o kadar hafifler ki, ağzınıza attığınız ilk lokmada bunun ününü hak eden bir şefin elinden çıktığını anlıyorsunuz.
Yemeklere eşlik eden şampanyalar da öyle.
Tamam burası şampanyanın mabedi. Burada içtiğimiz şampanyayı her yerde bulamayız belki. Ama yüzde üç yüzlük bir vergi koyarak bize dünyanın en pahalı şampanyasını içirten hükümetin tutumuna ne demeli?
Ertesi gün, içinde yaklaşık beş milyar dolar tutarında şampanya stoku olduğu söylenen ünlü kavları gezip Trianon Sarayı’nda öğle yemeği yedik. Aynı incelik, aynı zarafet, aynı rikkat.
Sonra her güzel şey gibi, bu gezinin de sonu geldi.
Ama üç gün boyunca damağımdan şampanyanın buruk tadı gitmedi.