Karanlık olmasına karanlık da, ilk sallamayla gidecek bir karanlık bu

Televizyonun karşısında yarı uyur yarı uyanık yatarken zırrr telefon: Sevil.

Ankara’dan arıyor.
Ve onu tanıyanların iyi bildiği virgülsüz cümlelerle, soluk soluğa konuşmaya başlıyor. Figen diyor özetle, yazını şimdi okudum, eline sağlık. Eline sağlık demem de komik ya aslında, neyse. Ne senin ne benim ne bizim ne hepimizin ruh halinin sağlıklı olmadığı gün gibi aşikar. Gene de eline sağlık... Yahu diye devam ediyor, şu kısa hayatımda üç darbe, bilmem kaç kadük darbe gördüm. Kocam, kardeşim hapse atıldı, eş dost desen ha keza herkes bir yana savruldu. O günlerde bile bu gün olduğu kadar kötümser olmadım ben. Nedir allasen bu başımıza gelen?
Ne halt edeceğiz gerçekten biz?
Gel de cevap ver.

Gerçekten de ne halt edeceğiz?
Sevil konuştu mu konuşur. Lafını ne balla kesebilirsin ne sirkeyle.
Aynı hızla, dün diye devam ediyor. Yazılana çizilene inanmıyorum ya artık, gözümle göreyim diye kalkıp CHP’nin Tandoğan’daki mitingine gittim. Evet, önde bayrak sallayan bir kalabalık, evet benim gibi ak saçlı bir arka kanat var da, bin yıllık partinin de bu kadar sempatizanı olsun artık.
Peki ruh var mıydı ruh? Sana mı yalan söyleyeceğim, yoktu ne yalan. Sana söylüyorum: Gidişat b...tan.
Soluklandığında gene aynı soruyu soruyor.
Ne halt edeceğiz biz?
Ben bu cümleyle büyüdüm sayılır.
Ne olacak bu memleketin hali sorusunun bireyselleşmiş halidir ne halt edeceğimiz.
Sevil devam ediyor: Kürsüye Deniz çıktı, diye başlayıp mitingi anlatmaya koyuluyor.
Konuştukça konuştu, coştu coştukça diyor. Saat ikiden dört buçuğa kadar Murat Karayalçın’a sıra gelsin diye bekledik. Gelmedi. Gelemedi. Ona buruk bir gülümsemeyle Deniz’in ense kökünde durmak kaldı ya, yanar yanar da ona yanarım. Fenalık geldi, mitingin sonunu beklemedim eve döndüm. Ben gittikten sonra sabredip de kalanlara bakılırsa birkaç kelime edebilmiş Karayalçın.
Yahu bu ne biçim yerel seçim? Haa diğerinin rolü de bundan daha mı farklı dersen, değil. O zaten malum. Kendini Tek Adam sanan biri tarafından yönetildiğimiz kesin. O ayrı. Yahu başımıza gelmesinden evvel emir korktuğumuz rejim de zaten bu değil miydi? Çoğunluğa sırtını dayayan zorbalarla dolu değil mi yakın geçmiş? Sivil darbe laflarından hoşlanmıyorum ama doğruya doğru. Yaşadığımız bu dönemin adı ne peki? Aba altından sopa göstermeler, ağzını açana haddini bildirmeler... Bu mu yahu demokrasi? Peki bu yaştan sonra git gidilmez, kal kalınmaz, yaşa yaşanmaz bir ülke mi kaldı kala kala bize, söylesene. Buraya varmak için mi harcadık gençliğimizi?
Nokta.
Diyeceğini dedi ya, benden cevap bekliyor.
Oysa bunlar benim de cevabını bilmediğim sorular.
Gene de geveliyorum.
Canım diyorum, sevsen de sevmesen de, beğensen de beğenmesen de madem ki referanduma döndü adına yerel denen bu seçim, madem ki iktidar sarhoşluğuna bir dur demek gerek, o zaman rol çalanları bilahare cezalandırmak üzere elimiz tutulsa da, ayağımız geri gitse de, benim gönlümden geçen asla bu değil desek de oyumuzu vereceğiz. Ben İstanbul’da Kılıçdaroğlu’na, sen Ankara’da Gökçek dışında her kimse ona. Var mı bir çaresi?
Yaklaşık yarım saat bu minval üzerine konuşuyoruz.
Yatıyor ve belki uykumu getirir diye televizyonun en zıpır kanalları arasında dolaşıyorum...
Ertesi sabah zırr telefon.
Nilgün.

NE OLACAK HALİMİZ

Sohbet üç aşağı beş yukarı aynı. O da aynı ölçüde kötümser. O da aynı ölçüde tedirgin. O da aynı ölçüde bıkkın. Bana geçen haftaki yazımın her satırının altına imza atabileceğini, kendi göğüs kafesinde de benim sıkıntı topuma benzer bir top bulunduğunu söyledikten sonra lafını bağlıyor. Figen diyor, n’olacak hakikaten halimiz?
On iki saat arayla konuştuğum bu iki kadının, ne dünya görüşleri ne yaşama biçimleri birbirine benzer. Tanışmazlar bile. Muhtemelen karşı karşıya gelseler, siyaseten birbirlerine ters düşerler. Ve adım gibi eminim, birbirlerinden zerre hazetmezler. Ama gel gör ki, ikisinin de sorduğu soru aynı.
Telefon faslından sonra maillere gözatıyorum.
Hay eline sağlık mealinde gelen mailler, kadınlardan.
Ne diyorsun be, mutfağına dönsene, elinin hamuruyla bu işlere karışma mealindekiler ise erkeklerden.
Kadınların hemen hepsinin Türkçesi mükemmel.
Erkeklerin hemen hepsinin Türkçesi felaket.
Al sana bir yazı konusu.
Daha sonra evden çıkmak için hazırlanıyor ve kapıyı açmamla Havva ile burun buruna geliyorum.
O henüz zili çalmadan ben kapıyı açtığımdan birbirimizi görünce hortlak görmüş gibi oluyor ve ikimiz birden aynı anda avaz avaz bağırmaya başlıyoruz.
Haylar huylar, parmağı ağza sokup damak kaldırmalar, nereden çıktın ayollar, insan gelmeden bir aramaz mıdırlar, hayırdır inşallahlar? Eşik konuşmaları...
Şaka gibi.
Kaç zamandır görmediğim Havva karşımda. Aklına esmiş, geçerken uğramış.
Bir kahve içmeye diye açıklıyor bu beklenmedik ziyaretini.
Kahveye meraklıydı evvel emir.
Son yudumun ardından fincanı çevirmeye de, telveye bakıp insana gelecek biçmeye de.
Beykoz’da oturur. Kıyıda değil haşa, taa tepede, altmışlı yetmişli yıllarda Karadeniz’den kopup gelenlerin yerleştikleri mahallede. Lazın daniskasıdır. İstanbul’a göç edeli kırk yıla yakın olmasına rağmen dili çalar. Aşkını dile getirirken olsun, okkalı küfür savururken olsun, sesine o güzelim Karadeniz şivesi siner. Yirmi yıldır tanışırız, bugüne kadar hiçbir olayda hiçbir durumda lafını esirgediğine şahit olmadım. Esirgemek ne kelime, Havva dobranın Allahı. Pontussun sen derim ona, mavi gözlü sarışınsın. Tanıdığım en hakiki kadın en safkan Lazsın. Dört kızını tek başına yetiştirmekle övünür ve ne kadar övünse yeridir. Çünkü babasına çektiği için çürük çıktığını düşündüğü biri dışında hepsini okutup adam etmiş ve Allaha bin şükür koca eline muhtaç olmayacak biçimde yetiştirmiştir.

HAVVA’NIN YENİ EŞARBI

Bunca zaman sonra Tanrı misafiri gibi Havva gelmiş, varsın bekleyen biraz daha beklesin diye gerisin geri eve giriyorum.
Mutfağa geçiyor çekmeceden cezveyi çıkarıyorum.
Havva eşarbını çıkartıp kenara koyuyor.
Bak bu yeni.
Ne zamandır örtünüyorsun diye soruyorum masanın üstüne bıraktığı eşarbı başımla göstererek.
Gözünü devirip örtünmeyi de nereden çıkardın diyor, bu şal.
Yeme beni dercesine yüzüne bakıyorum. Gülüyor. Gülüyorum.
Sohbet çocuklara geliyor: A evlenmiş, iki çocuğu varmış. Kocası Beykoz Belediyesi’nde çalışıyormuş. B bekarmış, Havva’nın sevmesine sevdiği ama gelecek görmediği biriyle görüşüyormuş. Kürtmüş oğlan, iyiymiş hoşmuş, mertmiş çalışkanmış da, boş gezenin boş kalfasıymış. C en gençleri olduğu halde en önce evlenen. Boyu kadar iki çocuğuna rağmen kocasından ayrılıp sevgilisiyle Beyoğlu’na taşınmış. Sevgili dediğin de bitlinin önde gideniymiş, bateristmiş.
Kahveler bitip de iş fal faslına geldiğinde eski alışkanlık, benim fincana hamle ediyor Havva.
Bıraksam üç vakte kısmet biçecek.
Havva diyorum, beni bırak da Türkiye’nin geleceğine bak.
Fincanı elinde şöyle bir çeviriyor, dibe yapışan telveye bakıp meşum bir sesle karanlık diyor. Bu kadarını biz de biliyoruz kabilinden başımı sallıyorum. Bütün sahtekar falcılar gibi yüzümdeki ifadeyi görmesiyle fincanı sallamaya başlıyor. Ağır ağır akan telveyle birlikte de vecizesini patlatıyor: Karanlık olmasına karanlık da, ilk sallamayla gidecek bir karanlık bu diyor.
Kaç vakte kadar peki, diyorum.
Zaman vermiyor.
Yazarın Tüm Yazıları