Dört düvelden dört ahçısı, fuzyon yenir diyen garsonlarıyla Lokal, komik bir lokanta
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
İstiklal Caddesi'nden aşağıya doğru yürüyün. Tünel'e gelmeden az önce sağda Müeyyet Sokak No: 9'da ufacık bir lokanta var. Adı: Lokal.
Yüksek tavanı, bir duvarını boydan boya kaplayan ‘‘Hazan Vakti Yedigöller’’ manzarası, topu topu yedi adet formika masasıyla dediğim gibi küçücük bir lokanta.
Masa süsü niyetine oyuncak robotlar, kırmızı murano vazolarda yanıp sönen ışıldaklar, her masada bir bardak, her bardakta özenle yerleştirilmiş kokinalar... Açık mutfakta çalışan dört düvelden dört ahçısı, yemeklerin yazılı olduğu okunaksız karatahtası ve ‘‘Burada ne yenir?’’ soruma ‘‘Fuzyon yenir’’ cevabını yapıştıran cevval garsonlarıyla - nasıl desem - komik bir lokanta.
Sahibi bir İngiliz. Anne tarafından Avusturyalı, baba tarafından Afgan. Yakın arkadaşı Emir Uras'ı görmek için geldiği İstanbul'dan bir daha kopamayan, o yüzden burayı açan, kendisi de tıpkı lokantası gibi; sivri yakalı renkli gömleği ve kalın çerçeveli siyah gözlüğüyle 60'lı yılları çağrıştıran genç bir adam. Kapıdan girer girmez Türkçe 'Hoşgeldiniz' dedi. Sonra İngilizce devam etti: ‘‘My name is Saşa.’’ (Gördüğünüz gibi ismi de Rusça).
İçimden ‘‘Sen de hoşgeldin Saşa’’ dedim.
Burası da PERA.
PLAKTAKİ MÖNÜ
Masaya geçtim.
Aydın Uğur ve Gül Pulhan'la buluşacağım. Henüz gelmemişler. İyi. Gül burayı önerirken yemeklerinin güzel olduğunu söylemişti. Hazır beklerken, ne yenir ne içilir bir bakayım dedim: Menüyü istedim.
Bizim masaya servis yapan Ercan, seçti aradı, buldu; elime bir adet Bayram Şenpınar'ın 'Vicdansız Sahtekar' adlı plağını tutuşturdu. Menüleri eski 33'lük plak kapaklarının içine koymuşlar. Kimler yok ki? Ayşe Mine, Ümit Besen, Mine Koşan derken karşımda Ajda Pekkan. Hemen Şenpınar'ı bırakıp Ajda'yı aldım. Biraz yemeklere baktım biraz şarkılara daldım. ‘‘Kim ne derse desin aşk için...’’
Önce Aydın geldi. Sonra Gül.
Bir şişe kırmızı şarap söyledik.
Yemekleri seçmeye gelince: Aydın'la karar verdik. Hiç denememişiz, devekuşu bonfilesi yiyeceğiz.
Gül, buraya bir kaç kez gelmiş. Daha önce tatmadığı farklı bir yemek aradı. Sonunda upuzun bir adı olan, soslu somon balığında karar kıldı.
Devekuşu eti, kırmızı şarapta dinlendirilmiş hindi gibi. Lezzetli mi? Hemfikiriz lezzetli. Gül, somonunu çok beğendi. Ama bana sorarsanız en iyisi, tadalım diye Ercan'ın ortaya getirdiği 'wasabi' soslu biftekti.
LOKANTADAN ESİNLENDİK
Benim için Aydın'la yenilen her yemek, ister peynir-ekmek ister makarna - börek, isterse wasabi soslu biftek olsun, özeldir. Yemek yemenin de içki içmenin de tadını gerçek anlamıyla çıkaran ender insanlardandır. Bir de yemeğe eşlik eden sohbet var elbet. Ciddi ciddi anlatsa da, muzipliği tutsa da farketmez: Aydın havai fişek gibi, renkli, şaşırtıcı, akıcı konuşur.
Bir o kadar da iyi dinleyecidir. Karşısında kim olursa olsun büyük bir ilgiyle dinler.
Eh, hal böyle olunca ne olur?
Hiçbir yemek kısa sürmez, hiçbir gece erken bitmez.
O gece lokantadan esinlendik - 60'lı yıllara gittik. 70'lere uğrayıp 80'lere geçtik. 90'ların boynu bükük kalmasın dedik. Sonra sihirli bir sözcük bizi 5 bin yıl geriye götürdü. Çatalhöyük'ün öneminden, arkeolojinin gizeminden, geçen yıl birlikte yaptığımız ve unutamadığımız Mısır seferinden söz ettik.
Tatlı yemedik ama bir şişe daha şarap söyledik.
Sonra mı? Sonra hep beraber dans etmeye gittik.
GÜL PULHAN
Arkeolog casuslar belgeseli hazırlıyor
Hiçbir zaman benden genç insanlarla konuşurken ‘‘Biliyor musun, ben senin çocukluğunu...’’ diye başlayan cümleler kurmadım.
Ama kimi zaman insan engel olamıyor.
Gül'ü neredeyse doğmadan tanıdım ben.
Onunla ne zaman karşılaşsam, ne zaman yazdığı bir yazıyı okusam, bir başarısını duysam, biri söz etse, gözümün önüne hep aynı resim gelir: Büyük çok büyük bir bahçede yüksek ağaçların gölgesinde, elindeki kazma kürekle saatlerce oynayan, kıvırcık saçlı, hınzır bakışlı, güzel çocuk.
Önce sabır bir o kadar da hayal gücü gerektiren bu alanı ne zaman seçti bilmiyorum. Onu o bahçede bıraktım. Yeniden bulduğumda Boğaziçi'nde okuyordu.
Sonra Yale'de doktorasını yaptı.
Ön-Asya arkeolojisi. Uzmanlık alanı M.Ö. 2000 yılları.
Doktora için Suriye'de bir kazıda çalıştı.
O gün bu gün Suriye, Irak, Ürdün dolaşıyor.
Bilgi Üniversitesi ve Koç Üniversitesi'nde ders veriyor.
Yapı Kredi Kültür Sanat'ın Arkeoloji danışmanı.
Aynı yayınevinden yeni çıkan Çatalhöyük kitabını yayına hazırlayıp, ön sözünü yazdı.
Bir de -ki burası beni çok ilgilendiriyor- Gertrude Bell, Arabistanlı Lawrence, Agatha Christie gibi Ortadoğu'da yaşamış arkeolog-casuslar üstüne Melek Ulagay ile birlikte bir belgesel hazırlıyor.
Olur da bir ‘‘canlandırma’’ gerekir diye, buruşuk keten eteğimi, bağcıklı potinlerimi çıkardım: Yola çıkmaya hazırım.
GÜL’ÜN MUTFAĞINDAN
Fas usulü patlıcanlı kuzu kuşbaşı
Bir tencerede zeytinyağını kızdırdıktan sonra, soğanları pembeleşinceye kadar kavurun ve etleri ilave edin. Bir tutam unu serpeleyin. Kalan bütün malzemeyi ekleyin. Şarabı da ekledikten sonra 45 dakika, 1 saat, etler yumuşayıncaya kadar pişirin. Pişen etleri bir kenara alıp tenceredeki sosu yarısına inecek kadar kaynatmaya devam edin. Ayırın. Bu arada alacalı soyup bir santimetre kalınlığında boyuna kestiğiniz patlıcanları zeytinyağına daldırdıktan sonra fırının ızgarasında kızartın. Çıkardıktan sonra fazla yağlarının süzülmesi için kağıt havlu üstüne alın.
Derince bir kaba patlıcanlar yan yana gelecek, birbirlerini örtecek şekilde dizin ve pişmiş eti ortasına koyun. Üstüne bir tabak ve ağırlık koyduktan sonra bir gece buzdolabında bekletin. Servis yapacağınızda, kısık ateşte ben-mari'de 30 dakika kadar ısıttığınız kalıbı ters çevirin. Ayırmış olduğunuz sosu da üstüne dökün ve bir iki taze fesleğenle süsleyin.
Malzemeler:
1.5 kg. kemiksiz kuzu kuşbaşı
6-7 adet patlıcan
1 adet rendelenmiş iri soğan
2 diş sarımsak
1/2 kutu doğranmış domates
2 kahve kaşığı kimyon
1 kahve kaşığı kişniş
1 kahve kaşığı tarçın
1/2 kahve kaşığı toz zencefil
1 dal taze kekik
1 adet kırmızı cücük biberi
1.5 lt. beyaz şarap
100 gr. bal
tuz - karabiber
Sızma zeytinyağı
Fesleğen.
AYDIN UĞUR
Onu anlatmak için büyülü kalem gerek
Elimde büyülü bir kalem olsa da size Aydın'ı anlatsa.
İster Ankara'da ‘‘karlı bir gece vakti bir dostu uyandırdığı’’ evden, ister Kuzguncuk'ta Boğaz'a bakan bir tepeden, ister Menekşe Palas'taki o sımsıcak daireden, ister Malmantile'den başlasa.
Ama başlasa ve anlatsa.
Elimde öyle bir kalem yok.
İnsanın çok yakınını yazmasının ne kadar zor olduğunu o gece de söyledim. ‘‘Bilirim ama aldırma’’ dedi. ‘‘Bunlar suya yazılan yazılar.’’
Suya da yazılsalar, fırlatılıp denize de atılsalar, farketmiyor. Aklımda yüzlerce cümle, dilimde birkaç cılız kelime.
Yazamıyorum.
O yüzden işin kolayına kaçacağım.
Aydın, orta öğretimini Saint Joseph'te yaptı.
Sonra, ODTÜ.
Derken Ankara ve Marmara Üniversitelerinde öğretim üyeliği.
Şimdi, Bilgi Üniversitesi Dekanı.
Bütün bu bilgileri, son kitabı Kültür Kıtası Atlası'nın ilk sayfasında da bulabilirsiniz.
Ama birkaç ipucu vermeden geçmeyeceğim: Mutlak kavramı ile Saint - Joseph'te tanıştığını, o gün bu gün yanından hiç ayrılmadığını, ODTÜ yıllarında at kuyruğu yaptığını (Bkz. Bu bir kıl değildir adlı yazı). Herkesin milat dediğine onun Canan adını taktığını, ‘‘Ben en çok babamı sevdim’’ dizesini her okuduğunda gözlerinin yaşardığını, bir de en çok ama en çok Microcosmos'la uğraştığını, hadi itiraf edin ben yazmasam bilebilir miydiniz?