Neden ola ki diye sormamla annem cevabı yapıştırıyor: Yürümektendir.
Mus, uçmaktan diye düzeltiyor.
Belli ki canlarına tak etti.
Önce Avusturalya, ardından Küba, şimdi de Arjantin.
Bir de dönüşte herkesin nasıl geçti sorusuyla yeniden dinlemek zorunda kaldıkları izlenimler bölümü var ki, sormayın gitsin.
İkinci, hatta üçüncü tekrara kadar iyi de ondan sonrası belli ki çekilmiyor.
Bir de valizden çıkanlar faslı var.
Dukkahlı Tasmanya somonundan Havana romlu mojitolara, sabah akşam dinlenilen çaçadan gece gündüz çalan ve kan kırmızı Malbeclere eşlik eden tangolara ani geçişler.
Uzak ve uzun yolculukların bende yarattığı hasar da bu anlaşılan.
Gidiyor ve dönüyorum.
Ama yolculuk mahmurluğunu üzerimden atmam bir iki haftamı alıyor.
Gövdem burada olsa da ruhum orada kalıyor.
O yüzden bu hafta da Arjantin!
Buenos Aires bilindiği üzere Arjantin’in başkenti.
Başkenti ve tek şehri.
Elbette boyutu Avrupa haritası kadar olan koca ülkede tek şehir Buenos Aires değil, ama diğerleri on dört milyonluk bu şehrin yanında kasaba kadar kalan küçük yerleşim yerleri.
Gidilip görülecek neresi var diye sorduğunuzda size iki yön gösteriliyor.
Biri güneyi, Patagonya’yı, diğeri kuzeyi, Brezilya ve Paraguay sınırını işaret eden iki yön.
Güneyde Arjantin kovboyları gauchoların vatanı uçsuz bucaksız platolar, o platolarda yetiştirilen ve boğazlarından yapay hiçbir besin geçmediği için dünyanın en lezzetli etleri olarak nam salan sığırlar, biraz aşağıda her Arjantinliyi dağlayan Falkland Adaları, deniz fokları, deniz aslanları ve canınız çekerse sizi imparator penguenlerin yanına götürecek tekne yolculukları, diğerinde ise yağmur ormanları, rafting - trekking gibi doğa sporları ve dünyanın en büyük üç şelalesinden biri olan İguazu’yu görme fırsatı var.
Aslında bir üçüncü adres de yok değil. Ama o Arjantin’de değil.
YAZ KIYISI PUNTA DEL ESTEGüney Amerika’nın can damarlarından biri olan, Buenos Aires’in de kıyısında kurulduğu Rio del Plata nehrinin öte yakasında, Uruguay’da.
Buenos Aires’ten gün boyu kalkan feribotlarla üç saatlik bir deniz sefası yapıp Montevideo’ya geçmek de mümkün, elli dakikalık bir uçuşla hemen her zengin Arjantinlinin yaz tatili için tercih ettiği deniz kıyısındaki Punta del Este’ye gitmek de.
Lulu biz gitmeden Işıl ile yazışıp kısa bir ön çalışma yapmış.
Güney, yani onların deyişi ile Ateş Toprakları, her ne kadar Arjantin yılın bu mevsiminde yazın en koyusunu yaşasa da hayli soğuk olurmuş. On, bilemedin on bir derece. Bu sıcaklık da öğle saatlerinde. Patagonya’nın üstü sırf bu nedenden çizilmiş. Buna karşın programa denizi ve güneşi vaat ettiği için Puna del Este ve oralara kadar gidip de görmemek olmaz kaygısıyla İguazu eklenmiş.
Bunun dışında serbestiz. Işıl ile Hayret’e emanetiz. Işıl ve Hayret Yalav’a.
Onlarda kaldığım sürece tek sıkıntım nasıl teşekkür edeceğimi bilememek oldu.
İnsanı bunca iyi ağırlandığı yerlerde böyle bir sıkıntı sarıyor .
Konukseverliğin insanı boğan bir biçimi vardır: Nefes aldırmaz.
Bir biçimi daha vardır ki tadına doyulmaz.
Arjantin üzerine, gitmeden karıştırdığım, yol boyu okuduğum kitaplardan çok daha fazlasını Hayret’ten öğrendim ben: Elli milyar dolarlık ihracat yaptıklarından tutun soya fasulyesinin önemine, Malbec’lerin şahı altın madalyalı Luigi de Bosca’dan ülkenin gizli tarihine yığınla şeyi.
Işıl’a gelince bize evini, sofrasını açmakla kalmadı, gönlünü de açtı. Ve üşenmedi bizimle Buenos Aires’in en güzel sokaklarını, en saklı meydanlarını, en farklı dükkanlarını dolaşıp kılavuzluğumuzu yaptı.
Daha ilk gece, rezidansın bahçesinde oturmuş Malbec’lerin tadına bakarken, Hayret kendisinden istemememiz gereken tek şeyi bildirdi, sizinle tango izlemeye gelmem dedi.
Madrid’de yaşayan bir arkadaşım vardır, Cafer, o da memleketten kim gelse sevinçten çılgına döner ama bir Flamenco’ya gitmez, iki Real Madrid maçı izlemez. Hayret’in itirazı da o misal.
Etmesine itiraz etti, ama ertesi akşam için şehrin ünlü lokallerinden birinde yer ayırttığını söylemeyi de ihmal etmedi.
ÜÇ ÇEŞİT TANGO VAR
Gördüğüm kadarıyla Buenos Aires’te üç çeşit tango gösterisi izlemek mümkün.
Biri bizim gittiğimiz lokallerde olduğu gibi, tangonun bütün tekniğini göz önüne sermekle birlikte ruhunu ıskalayan turistik gösteriler.
Diğeri halkın gittiği ve kadınlarla erkeklerin ayrı ayrı oturup dansa kaldırılmayı bekledikleri hangar gibi mekanlarda edilen danslar.
Öteki de yaşlısı genci herkesin gecenin bir saatinde piste fırladığı barlar.
Hepsine razıyız ve turistik olanından başlayacağız.
Taş duvarlarını Carlos Gardel’in ve orada dans edip şarkı söylemiş ünlülerin siyah beyaz fotoğraflarının süslediği eski bir yapının girişinde biraz bekledikten sonra biletlerimizi alıyor ve bizi yerimize götürecek favorileri jilet, saçları taş, tebeşir takım elbiseli, Borsalino şapkalı adamın peşinden mahzene inip masamıza ilişiyoruz.
Yemekli bir lokal bu. İleride ağır kadife perdeleriyle küçük sayılabilecek bir sahne ve içeride dünyanın her yanından gelen turistler var.
Sağ yanımdaki masada yaşlı bir Kanadalı çift, fiks mönünün ilk ayağı salatalarını yemeye başlamışlar bile. Sol yanımdaki uzun masaya ise belli kalabalık bir grup gelecek. İçimden inşallah içti mi sesinin ayarını ayarlayamayan Koreli ya da Çinli bir grup gelmez diye geçirirken kulağıma, siz böyle geçseniz efendim, buraya buyurun başkanım gibi cümlelerin çalınmasıyla başımı kaldırıyor ve karşıdan kalabalığı yararak gelen grubu görüyorum.
Uçak sersemliğinin ve saat farkının yarattığı bir hezeyan mı bu? Yani şimdi ben az gittim uz gittim Buenos Aires’teki binlerce tango lokalinden birine geldim ve düşe düşe Türklerin mi içine düştüm? Düşmüşüm.
Yirmi altı kişilik grup Aydın Belediye Başkanı ve onun çalışma arkadaşlarıyla eşlerinden oluşuyormuş ve aynı grup her yıl dünyanın bir köşesini dolaşıyormuş. Geçen yıl Uzakdoğu’ya gitmişler, bu yıl Güney Amerika’yı keşfe gelmişler. Arjantin’e giden ilk Türk elbette ben değilim. Tango gösterisi izleyen de. Ama tango izlemeye gitmişken Aydın’ın altyapı sorunlarının nasıl halledildiğini öğrenen ve bahar aylarında yapılacak dünya kadınlar platformuna davet alan ilk kişiyim.
Bahse girerim.
Başkan bu kadar alçakgönüllü, bu kadar kalender olmasa kimse bana anlattıklarını dinletemezdi, yemin ederim.
Sakın ola bunu kırk yılda bir başa gelebilecek rastlantı zannetmeyin. Montevideo’daki Radisson Oteli’nin tuvaletinde Punta del Este’de tutulduğumuz kum fırtınasının son zerreciklerinden kurtulmaya çabalayan Lulu’ya çabuk olsana mealinde bir şeyler söylediğim an kapı açıldı, içeriye ’siz de mi buralardasınız’ diyen dört kadın girdi ve içlerinden biri yirmi yıldır görmediğim arkadaşım Mehmet Tim’in eşiydi. Mehmet de lobideydi.
6963 karakter. Aslında yazının sonu geldi.
Ama yazdıklarımı okuduğumda Arjantinli aydınların beşiği Tortoni kahvesinin, sabır taşını çatlatan Mayo meydanın, belgesellerde baş köşeye oturan İguazu şelalesinin, insana temizliği ve yeşilliği ile İsviçre’yi hatırlatan Uruguay’ın, dünyanın bu bölgesinde estetik cerrahinin nasıl yaygın ve başarılı olduğunun göstergesi afetleriyle ünlü Punta del Este’nin boyunlarının bükük kaldığını görüyorum.
Ve sizleri sıkmak pahasına gelecek hafta da bu konuya devam edeceğimi bildiriyorum.