Paylaş
Önce yemek ama bu kez yiyen değil yapanım.
Teklif geçen yılın son günlerinde geldi. Juno’nun mutfağına girip yemek yapabilir miyim, diye. Önce anlamadım: Çocukların arkadaşları Selin ile Ömer; Juno adında bir lokanta açmışlar. Nişantaşı’nda Hünkar ile Delicatessen arasında...
Hani bazı mekanlar vardır, yerleri ayak altındadırlar ama gerçek sahiplerini bulana kadar yol geçen hanı gibi onlarca heveskara mekan olurlar ya, o misal. İşte Selin ile Ömer yeni sahipleri olarak burayı daha çok gençlere yönelik bir soluklanma mekanı olarak yeniden düzenlemiş ve ayda iki kez salı akşamları mutfaklarını yemek yapmayı seven amatör aşçılara açmaya karar vermişler.
Hem bencileyin hayatında profesyonel mutfak nedir bilmeyen biri için hoş bir deneyim hem Juno için bir tanıtım olur diye...
İki yakınımın art arda gelen doğum günlerini de düşünüp, ortaya 10 Ocak’ta yapalım diye bir tarih attım. Kabul etmeden de ne yalan, mutfağa bakmadım. İçinin devamlı yanan pizza fırınından ötürü cehennem gibi sıcak, pişirme ünitesiyle doğrama tezgahının birbirinden uzak, tencere dediğinin kazan olduğunu nereden bileyim...
Sonra mönü hazırlayıp fiyat çıkarmaya geldi sıra. Üç öneri sundum: Balık ağırlıklı bir mönü, Türk mutfağı esintili bir diğeri ve adını ‘Fransız Şıllıklığı’ koyduğum bir üçüncü... Adından mıdır nedir, tutup üçüncüsünü seçmezler mi?
Yazması kolay yapması nispeten zahmetli pateyle başlayıp, kaz ciğerli kestane çorbasıyla devam eden, ana yemek olarak bıldırcın dolması ya da karamelize meyveler eşliğinde bonfile sunan, karamelli armut tatlısı ya da sufle seçeneğiyle biten bir mönü. Tadım mönüsünü yapmak için mutfağa adım atmamla yanlış bir işe kalkıştığımı anladım ama heyhat olan olmuştu.
Tam üç gün boyunca mutfak çıkmazındaydım.
ŞEFLERİN MEKANI CENNET
Cennet anaların ayağı altındadır diye bir özlü söz vardır ya, bu deneyimden sonra anaların yanına şefleri de ekledim.
Büyüğü küçüğü, Mengenlisi Şilili’si bütün şeflerin mekanı cennettir, yeminle. Kolay ne kelime, belalı iş aşçı olmak.
Altmış kişiye yemek yapmak, hele de bunu tanımadığın bir mutfakta kotarmak gerçekten zor işmiş. Artık Ritz Oteli’nin mutfağına gir deseler, eşiğinden adım atmam.
Yemekler nasıldı diye soracak olursanız, lokma yemedim. Fakat kestaneden vazgeçip balkabağına çevirdiğimiz çorba biraz fazla yoğun, karamelize meyveler evde yaptığıma oranla az soslu, bıldırcının porto sosu daha bol olabilir gibiydi. Pate lezizdi ama onu evde yaptım çünkü.
Gençler arasında hızla küçük bir kafe açma modası yayılıyor ya, aman derim, bu fikrinizi hayata geçirmeden mutlaka profesyonel bir mutfağa girin. Dünyanın kaç bucak olduğunu görün.
Önce cehennem yalazı hele bir yüzünüzü yalasın, cenneti ondan sonra düşleyin.
LABİRENT’E BAYILDIM
Gelelim Labirent’e...
İstinyePark’a gitmişim. Malum, mahalle manavında bulunmayan zerzevatı bulmak umuduyla manavları dolaşır, frenk maydanozuyla taze tarhun buldum diye sevinirken aklıma düştü sinemaya gitmek.
Kaç zamandır tek başıma sinemaya gitme keyfi yaşamadığımdan mıdır nedir, aldıklarımı manava emanet etmemle kendimi sinemaların bulunduğu yere atmam bir oldu. Onlarca salon, onlarca film. Hiçbirini görmediğim.
Baktım Tolga Örnek’in son filmi ‘Labirent’ oynuyor. Meltem Cumbul’u uzun yıllar öncesinden tanırım, bir filmde çalışmışlığımız vardır, çok sever çok beğenirim, eh rol arkadaşı da ‘Gönül Yarası’nda görüp bayıldığım Timuçin Esen, yönetmen desen fazla tanımadığım ama çok merak ettiğim Tolga Örnek, ikiletmedim.
Türk sinemasında doğru dürüst polisiye yapılmaz diye bir önyargı vardır ya, işte bu ekip o önyargıyı yerle yeksan etmiş.
Kötü bir filmle karşılaşmayacağımı biliyordum da bu kadar iyi bir filmle karşılaşmayı da ne yalan beklemiyordum.
Bayıldım.
Meltem’in incelikli oyunculuğunu mu övsem Timuçin Esen’ninkini mi bilemedim. Senaryo, kurgu, yönetim... Hepsi mükemmel.
Büyük bir film değil belki ‘Labirent’ ama iyi, çok iyi bir film.
Hepsinin ellerine, terlerine, emeklerine sağlık. Görmediyseniz, kaçırmayın derim.
ÖNCÜ BİR KADIN
Çıkmazımdan çıkabildiğim ender zamanlarda Coco Chanel’in biyografisine sarıldım geçen hafta boyunca.
Geçen yüzyılın en önemli kadın figürlerinden Gabrielle Chanel’in hayatına gömüldüm resmen.
Kadınlara ilk kez pantolon giydiren, saçlarını erkek gibi kestiren bu öncü kadının hayatı her güçlü kadın gibi zorluklarla dolu.
Geçmişi, özellikle de çocukluğu hakkında çok şey bilinmiyor çünkü Paul Morand’dan dönemin önemli yazarlarına dek çok pek çok kişiyle yaptığı bütün söyleşilerde farklı bir geçmiş anlatıyor Coco. Terk edip giden babayı müşfik bir adam, kardeşleriyle zorlu ilişkisini mükemmel, yanına sığındıkları otoriter teyzeleri şefkat abidesi olarak tanımlayarak kendine hayali bir geçmiş kurguluyor. Kimi zaman da gerçeği perdeleyerek de olsa anlatıyor.
Başarılı değil efsane olmak istiyor çünkü.
Oluyor da bildiğiniz gibi.
Parfümü dahil hayatımda tek bir CC ürünü almamış olsam da, kişiliğine hayran olduğum bu kadının hayatı özellikle kadın okurların hoşuna gidecektir. Zekasına hayran oluyor, cesaretine bayılıyor, düş kırıklıklarını anlıyorsunuz.
Ders çıkarmaksa okurun düş gücüne kalıyor elbette.
Paylaş