Acaba nereye gitsek diye dört döndüğümü gören bir arkadaşım ‘‘Neden Sea House'a gitmiyorsunuz?’’ dedi. ‘‘Hem yer bulmakta zorlanmazsın, hem de istediğin gibi şehre yakın.’’
Gencay Gürün ve John Baker ile öğle yemeğinde buluşacağız. Gencay'ın öğleden sonra tiyatroya dönmesi gerekiyor.
Aklım hep Mecidiyeköy'e uzak olmayan lokantalarda. John ile tanışmıyorum. Londra'dan yeni geldiğini, ayağının tozuyla tiyatroya gittiğini, bu daveti biraz ortak bir arkadaşımız, çokça da Gencay Gürün'ün hatırına kabul ettiğini ve Türk yemeklerini sevdiğini biliyorum.
O zaman hem Türk yemekleri yenen, hem de merkezi bir yer olmalı. İyi de neresi?
Hava öyle güzel, Boğaz o kadar cazip ki, gönlüm deniz kıyısında balık yemekten yana.
3. KAT LEB-İ DERYA
Arkadaşımı dinledim. Ama gene de ne olur ne olmaz diye yer ayırtmayı da ihmal etmedim.
Sea House Kuruçeşme'de, sık sık önünden geçmekle birlikte fırsat bulup bir türlü gidemediğim büyük bir lokanta.
Büyük diyorsam gerçekten büyük. Üç katlı. Arkadaşımın neden yer bulmakta zorlanmazsın dediği de böylece ortaya çıktı.
Boğaz lokantalarının olmazsa olmazı, girişte çeşitli deniz ürünlerinin, balıkların sergilendiği tezgáha bir göz atıp içeri girdim.
Bize üçüncü katta bir masa ayırmışlar. Zaten giriş katı ortada duran müzik aletlerinden de belli, akşamları canlı müzik yapılan bir ‘‘meyhane.’’ Orta kat beyaz örtülü masalarıyla, Boğaz manzaralı, geniş ferah bir lokanta. Ama üçüncü kat, leb-i derya.
Gencay ile John henüz gelmiş. Masaya geçip, dilimizi iyi konuştuğunu bilmeme rağmen, John'un asla bir yabancı olduğunu anlayamayacağınız Türkçesi karşısında şaşkın, bir şişe şarap ısmarladım.
Bu arada Gencay Gürün'ü gören Şükrü Budak (Sea House'un sahibi), hoşgeldiniz demek için yanımıza geldi ve eğer istesek ortaya azar azar bir şeyler hazırlatabileceğini söyledi.
YETERKİ İSTEYİN
Doğrusunu isterseniz ben öğle yemeklerinde pek balık şarap salatadan şaşmam.
Bilemediniz bir-iki de meze. Şaşmam ama dediğim gibi şaşkınım, ‘‘Olur’’ dedim. Biliyor musunuz, Türkiye'de asla azar azar lafına kanmamalı.
Evet belki her şey azar azar geldi ama o kadar çok çeşit vardı ki, bir ondan bir bundan derken balığa yer kalmadı. Gene de kırmadık. Deniz levreği olduğu söyledikleri ızgara levrekten de tattık.
Gencay Gürün yemekleri beğendi. Bana biraz fazla geldi. John'a sorarsanız ‘‘Her şey mükemmeldi.’’
Dediğim gibi Sea House büyük bir lokanta. Bir katını kapatıp davet de verebilirsiniz. Bizim gibi sakin bir öğle yemeği de yiyebilirsiniz.
Yeter ki isteyin, dükkán sizin.
JOHN W.BAKER
Babası, mezarına rakı dökmesini vasiyet etmiş
John W.Baker da babası gibi uzun yıllar majestelerinin hizmetinde çalıştıktan sonra emekli olmuş bir diplomat.
Suriye'de doğmuş. Her diplomat çocuğunun başına benzer kazaların gelebileceğini, Şam'a ilişkin tek bir anısının bile olmadığını söylüyor.
Ama İstanbul öyle mi? Çocukluğu İngiliz Konsolosluğu'nun bahçesinde geçmiş. Gençliği Galatasaray Lisesi'nde. Edebiyat öğretmeni Tahir Alangu'nun gözde öğrencisi okul yıllarında küçük küçük başladığı oyun yazarlığını hiç bırakmamış.
Tahir Bey'in öğrencilerine de geçen, dil sevgisinden mi yoksa kendi yeteneğinden mi bilinmez, John deyimlerle, cinaslarla bezeli şeddeli bir Türkçe konuşuyor.
Baba Baker'ın en büyük hayali emekli olduktan sonra, çok sevdiği İstanbul'a dönüp, buraya yerleşmekmiş. Olmamış. Hasta yatağında kendisine her gün çiçek getiren oğluna, ‘‘Bırak bunları John’’ demiş, ‘‘Görüyorsun, ölüyorum. Ama senden son bir ricam daha olacak. Ölünce, bir şişe rakı almanı ve mezarıma dökmeni istiyorum.’’ Babasının bu isteğini yerine getirip getirmediğini bilmiyorum. Ama meslektaşları arasında lakabı ‘‘Türk’’ olan, gelen her Türk heyetini karşılamadan önce şaka yollu ‘‘Aman sakın ola İngiliz olduğunu unutma’’ diye kulağı çekilen John işte o an karar vermiş. ‘‘Mezarıma serpilsin diye vasiyet edeceğime, İstanbul'a döner, rakımı da paşa paşa Boğaz'a karşı içerim.’’
Tam bu kararı aldığı günlerde eski dostu Gencay Gürün, şu aralar Tiyatro İstanbul'da sahnelenecek ‘‘İhtiras’’ adlı oyunu Türkçe'ye çevirmesini önermiş. İşte ondan sonra John'u tutabilene aşkolsun.
Edebiyata, resme, tarihe düşkün. Ama onun için varsa yoksa tiyatro. Bir de sinema. Hollywood'un altın çağında çevrilmiş bütün filmlerin, efsanevi yönetmenlerin, bir baş çevirmesiyle öldüren güzellerin öykülerini neredeyse virgülüne kadar biliyor.
Londra'da ‘‘Küçük Tilkiler’’i oynadığı sırada, tanıştığı Elizabeth Taylor'ın hayatındaki yeri bambaşka. Fotoğrafını gösterdi: Annesinin de gözleri tıpkı Liz'inkiler gibi. Menekşe rengi.
GENCAY GÜRÜN
Tiyatroya vurgun
Neredeyse tiyatro ile ilgili hemen herkes ‘‘tiyatro özveri ister’’ der. Ama bana nedense tiyatrocu olmakla özel bir tiyatroyu yaşatmak için var gücüyle çalışmak -hadi biraz daha ileri gideyim- bunun için yaşamak arasında bir fark vardır gibi gelir. Salon sorunundan, bilet satışına, oyun seçiminden oyuncu egosuna ve kimbilir benim bilmediğim daha nice sorunla boğuşmak için, özverili olmanın yanı sıra düpedüz tiyatroya vurgun olmak gerekir diye düşünürüm.
Öyle insanlar vardır: İşte onlardan biri de Gencay Gürün.
Hiç yorulmadan, inanmayacaksınız ama bir gün olsun yakınmadan yoluna devam etmesinin sırrı: Dame De Sion'da okuduğu yıllarda kanına giren, bir daha da onu terk etmeyen tiyatro sevdası.
Görevli olarak gittiği ülkelerde, dönüp geldiği Türkiye'de önce ciddi bir izleyici derken önemli bir yönetici olarak hayatına hep tiyatro yön vermiş.
Sanırım profesyonel olarak ilk Ankara Devlet Tiyatrosu'nda çalıştı. Ardından uzun yıllar Genel Sanat Yönetmenliği'ni yaptığı İstanbul Şehir Tiyatroları. Daha sonra dayanamadı- Tiyatro İstanbul'u kurdu. Bakınca anlıyorsunuz Tiyatro İstanbul onun çocuğu. Kimi zaman yönettiği, kimi zaman çevirdiği, kimi zaman da hem yönetip hem çevirdiği oyunların arasında bir seçim yapamıyor. Ama son göz ağrısı: İhtiras.
1950 yılında ünlü yönetmen Mankiewicz 14 dalda Oscar'a aday olup 6 dalda ödül kazanan bir film çeker. Bizde, Perde Açılıyor adıyla gösterilen ‘‘All About Eve.’’
Bette Davis'in meslek yaşamının en iyi oyununu çıkardığı söylenen, tiyatro dünyası üzerine yapılmış en iyi film diye nitelendirilen bu film, her ne kadar jenerikte senaryonun Mankiewicz tarafından yazıldığı belirtilse de aslında Mary Orr'un gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkarak kaleme aldığı bir oyunun uyarlamasıdır.
Yıllar önce Gencay, Şehir Tiyatroları için ünlü yönetmenden filmin telif haklarını almak ister. Olmaz, ama pes etmez. Mary Orr'un izi sürülür, izin sorunu çözülür, çalışmalar başlar. İşte Tiyatro İstanbul'un son oyunu bu oyun.
Gala gecesi perde kapandı. Nurseli İdiz alkışlar arasında ‘‘O bir tiyatro insanı’’ diyerek Gencay Gürün'ü sahneye çağırdı. Arka sıradaydım ama gördüm. Ne yorgunluk kalmıştı, ne bezginlik vardı. Gözleri parlıyordu.
Şef Fikret Yaşar'ın Özel Tarifi
LEVREK MARİNE
4-6 kişilik
1 kg. levrek fileto
2 adet büyük boy kuru soğan
2 çorba kaşığı dolusu hardal
1 su bardağı taze süzülmüş limon suyu
1 çay bardağı elma sirkesi
200 gr. mısırözü yağı
1 tatlı kaşığı köri
1 tatlı kaşığı karabiber
Tuz
Levrek parmak şeklinde doğranır. Soğan piyaz şeklinde kıyılır, tuzla yoğurulur yıkanır ve süzülmeye bırakılır. Hardal, limon ve sirke beraber iyice çırpılır, likit yağ, köri, karabiber ve arzuya göre tuz eklenir. Bu karışımın içine balık ve soğan yatırılır, buzdolabın alt kısmında üstü folyo ile kapalı bir kabın içinde 24 saat bekletilir ve servise sunulur.