Geçen yılın son haftasında yazımı yazıp noktayı koydum ki koyuş o koyuş.
Bir daha ne mümkün.
Adamı böyle yatağa mıhlayan durumlara anneannem hastalık demez ’rahatsızlık’ derdi.
Ona göre hastalık ilaçla geçen, rahatsızlık zamanla düzelen illetlerdendi.
Doktorları dinleyecektin. İlaç mı verdiler sektirmeden alacaktın, dinlen mi dediler, yabana atmayacaktın.
Ben de öyle yaptım.
On beş gün boyunca evden çıkmayan insan ne yazar peki?
Pencereden gördüklerini.
Çat kapı gelenleri.
Okuduğu kitapları.
Televizyonda izlediklerini.
Gazeteleri.
Filmleri.
İşte geçmek bilmeyen on beş günün özeti..
Sırayla gideyim bari...
Yılbaşını izleyen günleri düşünün, kar tipi fırtına, ortada ne yılın her günü hava durumuna aldırmadan eşofmanını çektiğiyle yürüyüşe çıkan ve günü geldiğinde dal gibi olacaklarına inanan azim melekleri, ne de ekmek peşinde yirmi dört saat livar bekleyen balıkçılar var... Cadde ıssız. Sabahın ilk kahvesine eşlik edenler iki kara kargayla her biri tavuk iriliğine ulaşan sevimsiz martılar. Karga bildiğimiz karga da, zavallı martıların gitgide biz insanlara benzemeye başladığını düşünüyorum pencereden bakarken. Bir bağırtı bir çağırtı bir arsız iştah ki sormayın gitsin. Kim onlar için deryanın beyaz gülleri demişti?
Palavra. Hiçbir şiirsellikleri yok bana kalırsa.
Hava biraz düzelince kıyı bildik sakinlerine kavuşuyor. Balıkçılar, azim melekleri, Avusturya Konsolosluğu’nun çileli vizecileri yeniden ortaya çıkıyor. Hayat devam ediyor.
Mutlak istirahat dendi ya ilk iş arka odayı düzenledim. El erimine okunmayı bekleyen kitaplar, dizüstü bilgisayarı, telefon dizildi, televizyon özenle yatağın karşısına yerleştirildi. Aklım sıra bu zorunlu süre içerisinde bol bol kitap okuyacak, okumaktan yorulunca da televizyon izleyeceğim. Boşuna cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir dememişler, tam tersi oldu. Paul Auster’ın parmak kalınlığındaki bir kitabını zar zor bitirip ekrana kilitlendim.
TV İZLEME ORTALAMASINA YÜKLÜ BİR KATKIM OLDU
Biliyor musunuz yapılan bir araştırmaya göre günde dört buçuk saatlik ortalamayla Türkiye dünyada en fazla televizyon izlenen ülkeymiş. Ya da ikincisi. Şu son iki hafta içinde bu ortalamaya yüklü bir katkımın olduğunu düşünüyorum.
Sabahtan akşama Gazze ile kanayarak, Ergenekon’la bulanarak, siyasilerin hamasi demeçlerini ikrah getirip dinleyerek yani bile isteye azap çekerek televizyon izledim ve sonunda tescilli bir mazoşist olduğuma hükmettim.
Bu tescilde gazetelerin de payı yok değil.
Geçen günkü yazısında İclal Aydın birkaç yıldır ona musallat olan tuhaf bir alerjiden dem vuruyor ve gazeteye dokunur dokunmaz ellerinin kaşındığından söz ediyordu...
Yazıyı okuyunca içimden kendisini arayıp Reiki’ciler misali Sevgili İclal bu bir alerji değil bir işaret, belli ki Allah’ın sevgili kulusun demek geldi. Gerçekten de güne, sabah haberlerini izleyip gazete okuyarak başlamak için cesaret sahibi olmak gerekiyor nicedir.
Dünyanın hali malum, ülkenin hali malum.
Gündemde iç açıcı tek bir haber yok, haberciler ne yapsın?
İlk on günü bu minvalde geçirdikten sonra Sarp elinde yirmi yedi filmle geldi.
Neler getirmemiş ki?
Bir kere Oscar ve Altın Küre’ye aday bütün filmler var. Bir de benim izleyemedim diye hayıflandığım diğer filmler.
İşte o andan sonra gerçek istirahatimin başladığını söyleyebilirim. Televizyonla da barıştım, gazeteleri bile farklı gözle okumaya başladım.
ANGELINA JOLIE İYİCE ANOREKSİK OLMUŞ
İlk olarak Milk’i izledim. Sean Penn hatırına. Bu filmle o da Oscar’a aday ki almazsa şaşırırım. Milk, San Fransisco Belediye Başkanlığı da yapmış eşcinsel Harvey Milk’in hayatını konu alan bir film. Eşcinsellerin gölgeden çıkıp toplumda etkili bir güç oluşunun öyküsü de diyebiliriz. Film belki sinema tarihine geçecek bir film değil ama Sean Penn deyim yerindeyse döktürüyor. Muazzam bir oyuncu olduğunu bir kez daha gösteriyor.
İkinci olarak biraz da gönlüm şenlensin diye şu anda gösterimde olan son Woody Allen filmi Barcelona’yı izledim. Oyuncu kadrosu Javier Bardem’inden Scarlett Johannson’una sıkı ama film üç kadın ve bir erkek etrafında dönen konusuyla hoş bir seyirlik olmanın ötesine geçemiyor ve benim gözümde Maç Sayısı’nın yanına bile yaklaşmıyor.
Üçüncü film her geçen gün daha da beğendiğim Clint Eastwood’un Cannes film festivalinde de gösterilen Angelina Jolie’li filmi Changeling. Sonuna kadar ilgiyle izlenen 1930’ların Los Angeles’ını ve şehrin başına bela polis teşkilatını çocuğu kaybolan bir annenin dramı etrafına örerek anlatan güzel bir film. Filmde güzel olmayan tek şeyin Angelina Jolie olduğunu da söylemek isterim.
Rol icabı da çirkinleşmemiş üstelik. Karşınızda resmen anoreksik, bir deri bir kemik kalmış bir kadın görüyorsunuz. Dillere destan dudakları bile Mandrake’nin Abdullah’ını çağrıştıran düpedüz çirkin bir kadın bu. Hayranları belki gene pembe gözlüklerle izlerler kendisini ama bana sorarsanız kadıncağıza bunca doğum yaramamış, doğurduğu her çocuk etinden et koparmış.
Hazır Clint Eastwood izledim ya devamını da getireyim diye seansları Grand Torino ile sürdürüyorum. Müzik güzel, konu ilginç ama rejim yemeği gibi bir şeyi eksik. Beğenmiyorum.
Sırada Brad Pitt’i bu yıl Oscar adayları arasına sokan David Fincher’ın son filmi Benjamin Button var. Üzerine az buz yazılmadı, hani doksan yaşında doğan ve yaşlandıkça gençleşen adamın hikayesi var ya o işte. Çevre düzenlemesi müthiş ama zerre sürprizi olmayan düz ayak bir film. Olağanüstü bir aşk diye sunulan aşktan da bir şey anlamadım, zaten sonuna doğru uyuyakaldım.
İNSAN KATE WINSLET’İN ÖNÜNDE EĞİLMEK İSTİYOR
Buna karşılık en iyi film dalında Altın Küre’yi alan David Boyle’un Slumdog Millionaire ile Sam Mendes’in Revolution Road’una bayıldım.
İlki Hindistan’daki Kim Beş Yüz Milyar İster yarışmasını odağına alıp Mumbai’nin yoksul semtlerinde doğan iki kardeşin hikayesini anlatıyor, diğeri tıpkı daha önceki filmi Amerikan Güzeli gibi Amerikan orta sınıfının sıkılmalara doyamadığı banliyö hayatını. Leonardo DiCaprio da bu filmdeki rolüyle Oscar’a aday ama ben asıl yönetmenin eşi de olan Kate Winslet’in oyuculuğuna bitiyorum. Kapana sıkışmışlık duygusunu o kadar dozunda seyirciye geçiriyor ki insan eğilip selamlamak istiyor.
Araya sıkışmış birkaç çerez ve Cengiz Han hayranlığım bilindiğinden gelen Moğol adlı hafazanallah bir filmin ardından sıra tatlı niyetine sona sakladığım Üç Maymun’a geliyor. Nasıl sevdim, nasıl etkilendim, nasıl beğendim anlatamam. Zaten üzerine de başka film seyredemedim.
İstanbul’da İtalyan mutfağı turu
Film cinnetim bittiğinde yatak istirahatimin de sonuna gelmiştim. Sıkıntı insanda karbonhidrat isteğini tetikler derler ya doğru.
Evden ilk çıkar çıkmaz kendimi yakın bir semte, Bebek’e atıyorum. Tansu ile Midpoint’te buluşuyor ve doya doya spagetti yiyoruz. Mekan ferah, gelenler sevimli, yemekler iyi, fiyatlar makul.
İkinci randevum Maslak’ta. Uzun süredir pizzalarının methini duyduğum Fratelli Bufala’da buluşmak üzere sözleşiyoruz arkadaşlarla. Üstelik yeni bir yer olsun, yazacak konu çıksın diye oraya gitmeyi isteyen benim. Ve gene geç öğle yemeği için ısrar eden ben.
Buluşmasına buluşuyor ama o meşhur pizzaların tadına bakamadan çıkıyoruz. Meğer fırın saat üçe kadar açıkmış ve o saatten sonra lokanta akşam servisine kadar kapanıyormuş. İçerideki kalabalığa bakılırsa ünü çabuk yayılmış. Bir dahaki sefere tadarız artık diye çıkıyor Akaretler’deki Pastarito’ya yollanıyoruz.
Yolunuz düşerse mutlaka gidin derim.
Sevimli bir bahçesi ve bana Roma’daki Nino’yu çağrıştıran şirin bir üst katı var. Bardakta düzgün Chianti veriyorlar ve istediğiniz sosu istediğiniz makarnayla eşleştiriyorlar. Ben rokalı breseola ve ıspanaklı ravioli yedim ve çok beğendim. Yolumun sık sık Postarito’ya düşeceğine de adım gibi eminim.
2009’un ilk yazısı böyle bir yazı oldu işte.
Ömür Gedik’ten özür diliyor ve huzurlarınızdan çekiliyorum, efendim.