Sakat

İLK sevgilimdi kendisi.

İlk sevgilim olmasa da en azından ilk aşk olduğuna eminim.
Onun haberi yoktu bundan.
İlk olarak, incir ağacına bizzat çıkarak, topladığı meyveleri yemem için bana ikram ettiğinde hissetmiştim bunu.
Ağacın tepesinden kafama doğru nişan alıp incirleri fırlatırken, kendine has tarzıyla benimle ilgilendiği için mutlu olmuştum.
Her gün yolunu gözlediğimiz dondurmacının, sokak sokak gezerek, tozlu külahlarda sattığı dünyanın en lezzetli dondurmasını düşürdüğümde, onu yerden alıp, tozlu kısımları yalayarak, aslında dondurmayı bu şekilde yemeyi sevdiğini söylemesi, tarihimin duygulandığımı hatırladığım ilk günüdür.
Bileklerinden dirseklere kadar akmış kendi dondurmasını bana verdiği sırada, ben onun ne güzel elleri olduğunu düşünüyordum.
Ardından üç tekerlekli bisikletinin arkasında beni küçük bir kedi yavrusu gibi sıkıştırıp bütün mahalleyi saatlerce gezdirmesi ve bana önümüze çıkan herkese çığlık atarak korna olma görevini vermesiyle o gün onunla evlenmeye karar verdim.
Bu kararımı ona açıkladığımda önce dudakları titredi, sonra büktü ve hırçın bir tavırla “Gelinliksiz gelin olmaz ki” dedi.
Çok haklıydı.
Bir gelinliğim olmazsa asla evlenemezdim.
İnsanların iyi, evlerin kapılarının her daim açık olduğu zamanlardı.
Şiddetli rüzgarla çarpan kapıların, pencerelerin, evde kimsenin olmadığı anlamına geldiği iki katlı bahçeli evimize gittik.
Bahçeye bakan bir odanın açık penceresinden uçuşan perdeyi yakalamak için perdeye en yakın kanepenin üstüne çıktık.
Gelinliğime asıldı ve var gücüyle çekmeye başladı.
Bir anda rüzgarla birlikte uçtuğunu gördüm.
Muhtemelen gökyüzüne uçmuştu... Gökyüzüne baktım. Gri yağmur dolu bulutlar, kuşlar, tuhaf hayvan şekilleri...
Ama pekala aşağı da düşmüş olabilirdi, bahçeye doğru baktım.
Yerde kanlar içinde...
Kafasından sızan incecik kan, gözlerini kapatmış.
El salladım ona. El salladı.
Kucakta çığlıklar içinde taşındığını hatırlıyorum, koşturan insanları.
Zamanın henüz ne demek olduğunu bilemediğim, anlam veremediğim bir süre geçti.
Bir gün en iyi arkadaşımı görebileceğimi söylediler.
Ama oyun oynamak yasaktı.
Emir sert ve net bir dille yapıldığından nedenini soramadım.
Elim annemin ellerinde, süt dökmüş kedi gibi yatağının ucuna oturdum.
Suçlu, yüzüne baktım. Donuk gözlerle bana baktı. Hayatında hiç görmemiş ve ilk kez karşılaşıyor gibi... Boş... Birşeyler sordum. Bilmediğim bir dilde tuhaf kelimeler mırıldandı, güldü kendi kendine.
“Ne güzel gülümsüyor” dedim içimden.
Annesinin yedirmeye çalıştığı yemeği öfkeyle püskürttüğünde ise çaresizliğine öfkelendim ve kaçmak istedim birden.
Birkaç yaş büyük ablası acıyarak, ama çok bilmiş bir edayla “Korkma... Sakat artık o, gerizekalı hem, anlamaz o seni, sen de gerizekalısın” dedi.
“Hiç de değil. Ben kendi kaşığımı tutabiliyorum.”
Tek kanadı şiddetli rüzgarda kopmuş, ortalıkta şaşkın gezinen bir böceğin ne yapacağını bilememesi gibi huzursuz, sakat kelimesinin pek iyi bir şey olmadığını sezdim.
Sakat olmak için camdan düşmek yeterliydi ve camdan düşmemek gerekiyordu.
Her sabah oyun oynamak hevesiyle kapısını çaldığım evde, annesinin ağlamamak için kendini zor tutarak, oyun arkadaşımın başka bir ülkeye gittiğine o küçük kızı ikna etmeye çalıştığını hatırlarım.
İkna olmadım.
O, bir türlü gelmeyen yaz gibi, hiç gelmedi.
Yıllar sonra, o ilk aşkın beyninde oluşan hasar nedeniyle bir süre engelli olarak yaşamına devam ettiğini ve bir iki ay içerisinde öldüğünü söylediler.
İnanmadım.
Tek bir yaşam değildi bize sunulan.
O şimdi başka bir dünyada çok sağlıklıydı.
Bu dünyada ise sakat kalmak için camdan düşmek yeterliydi.
Yazarın Tüm Yazıları