PaylaÅŸ
2000’lerin İstanbulu’nu özlemle hatırlıyorum. Şehir şahlanmış, global şöhreti yüksek tüm yabancı yayınlar İstanbul’un nasıl da ‘o şehir’ olduğundan bahsediyor, Avrupası ayarında kafeler, lokantalar ardı ardına açılıyor. Dozer gibi gelen krizlere rağmen sokak hayatı hep hareketli… Çağdaş genç Türk sanatçılarının keşfedildiği, onlardan konuşmanın/sergilerinin açılışlarına gitmenin çok moda olduğu zamanlar. Eserlerine sahip olabilmekse her ölçekten koleksiyoner için prestij meselesi... Leyla Gediz bu isimler içinde geçen yıllara rağmen ‘charm’ını hiç yitirmeyen bir isim. Kendi hayatından ilhamını alan resimleri bugünün ‘doyasıya ifşa’ kültürüyle mukayese edildiğinde ne kadar samimi ve naif… Balat’taki şahane galeri The Pill’de açılan ‘Serpilen’ adlı sergisinde artık anne’ ve yetişkin sıfatlarına ermiş ressamın, hayatını bu kez ‘serin kanlı’ bir bakış açıyla aktarmasına şahit olacaksınız…
F.İ.: Sana ilk sorum sergiyle ilgili değil, samimi bir destek verdiğini bildiğim genç sanatçılar hakkında… Yolun başındakiler için ilk verdiğin tavsiye ne oluyor?
L.G.: Hep kendilerine bakmalarını söylüyorum çünkü bir yerden başlamak için kendin bana iyi bir başlangıç noktası gibi geliyor. Ordan hareket edip sonra merkezden uzaklaşmak önemli. Bazen insanlar hiç kendini sorgulamadan, kendine aynadan bakmadan, belki bir takım trendlerin büyüsüne şaşaasına kapılarak ilerliyor. Oysa her birimizi özel kılan şey kendi içimizde saklı, bunu mecmuada bulmayacağız ya da internette bir yerde karşımıza çıkmayacak.
F.İ.: Peki sosyal medyayı nasıl değerlendiriyorsun?
L.G.: Çok problemli buluyorum ve aslında süratle bir satürasyona doğru gittiğini, süresini doldurmaya başladığını düşünüyorum. Örneğin geçen akşam bir açılıştaydık; o kadar keyifli, o kadar kanlı canlı bir sosyalleşme cereyan ediyordu ki ve bunun yerini hiçbir şeyin tutması mümkün değil. Kaş kaşa, göz göze, diz dize, gözlerinin içine bakarak karşındakiyle konuşmak; iletişim budur esas olarak.
F.İ.: Kim, nerede durumunun olumlu yanları da yok değil.  Görmemiz gerekenleri keşifte büyük yardımı da olmuyor mu?
L.G.: Bence bu anlamda sosyal medya insana aşırı sorumluluk yüklüyor. Evet, çok fazla etkinlik var ve her birinden haberdar olabiliyorsun. Yalnız bu kez de insana öyle ya da böyle geri dönme zorunluğu yüklüyor. Eşim bana ‘Bu herkes için böyle değil, sen bu sorumluluğu ekstra üstlenen birisin, bunu bir dayatma olarak kabul etmek zorunda değilsin aslında’ diyor. Hani senin meşhur bir lafın vardır ‘İçimizdeki Ortodoks’… Biz o kadar her şeye yanıt vermek, olabildiğince her ricaya her davete hiç olmazsa riayet etmek, gidemiyorsan da bir çiçek göndermek gibi bir eğitimden geçtik ki bu durum benim için gerçekten içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Bir de ben kendim bu kadar takıntılı bir şekilde buna dikkat ettiğim için, sonra sergime gelmeyen birine de bozulabiliyorum da bu arada!... Bana bu yapıldığında kötü hissetmemeyi başarabildiğim yerde belki kendim de gitmemeyi başaracağım.
F.İ.:İç dünyasını eserlerine gümbür gümbür yansıtan bir sanatçı oldun. Bu sergiyle karşımda daha serin kanlı, daha pragmatik bir kadın var gibi geldi… Bunda anne olmanın payı var mı, peki?
L.G.: Dramanın dozu biraz eksildi, evet. Bu yorumunun ardından sergiyi düşünüyorum da, burada bir ekonomiye gittiğimi görüyorum. Resimlerin ebatları, sakin renkleri… Aslında bu sergide de benim için çok büyük cümleler kuruyorum. Ama o cümleleri bağırarak kurmaya ihtiyaç duymuyorum ya da bana baş rolü verin diye bağırmıyor hiçbir iş… Biraz daha ayaklarım yere bastı diyebilirim, aslında bu süreç sanatın bile ne kadar gerekli olduğunun yeniden düşünülüp değerlendirilmesi gerektiği bir dönem oldu benim için. Nasıl ve kime dokunacak bir sanat yaptığımı sorguladığım… Bütün pratiğini tuval resmi etrafında toplamış bir insan için şu dönem, herkes için olduğu kadar benim için de zor. Bazen kelimeler nasıl kifayetsiz kalır, bu da öyle bir şey. Sanatın sözüyle neyi etkileyebilirim, neyi değiştirebilirim, şikayetlerimi nasıl dile getirebilirim gibi gibi konularım vardı. Ama ağır basan bir mutluluğum da söz konusuydu. Bir taraftan da o çocuk beni çok güzel dengeliyordu.
F.İ.: Peki daha sakin bir Leyla ile karşılaştığım yorumuma ne dersin?
L.G.: Serginin genel duygusunda bir dinginlik var, bunu çok kişiden duydum. Bu galiba benden bağımsız olarak insanlara sergiyle ilgili en iyi gelen şey oldu. Daha önce ‘Vay!’ ‘Nasıl?!’ gibi geri dönüşler duymaya alışkındım. Sanki dramatik bir gösteri izlemişsin gibi… Şimdi daha çok ‘Ya bana çok iyi geldi’ tarzı yorumlar alıyorum. Benim için değişik ama mutluluk verici bir yorum, bu. Aslında ben resimlerimle aynı havayı soluduğum için onları yine içimde büyük dramlarla yaşadım. Lakin sergiye koyduğum zaman aslında benim kontrolümün de dışında bir yumuşaklığın hakim olduğunu, benim dilimi veya var oluşumu ele geçirdiğini görüyorum. Bunun benim insanlarla olan ilişkilerime de etkisi olacaksa, ne kadar güzel… Demektir ki sivriliklerim de böylece törpüleniyor.
F.İ.: Peki, 40 yaş kırılımının yaşamamızda fark yarattığını düşünüyor musun?
L.G.: Bence birbirimize birbirimize ayna oluyoruz gerçekten. Hürriyet’in yeni sanat eki için Muhsin (Akgün) portrelerimi çekti. Ve ben o fotoÄŸrafta uzun süreden sonra ilk kez kendimi gördüm. Gözlerime baktım ve bakışlarımın deÄŸiÅŸtiÄŸini fark ettim. 40 yaÅŸ dediÄŸin gibi sembolik sahiden… Belki bakışlarımda daha önce daha manik bir ifade, daha baÅŸka bir enerji vardı. Åžimdi sanki yumuÅŸamışım, gülümsemem falan bir ayrı. Birtakım yaralar alınmış ama bir huzurlu hal var. Sana ÅŸunu da söyleyeyim; yaÅŸlandığımda yüzümdeki olumsuz bir ifade olmasından o kadar korkuyordum ki. Problemli bir dönemim oldu ve hakikaten bunun yüzüme yapışıp kalmasından çok korktuÄŸumu hatırlıyorum.Â
F.İ.: Bence haklı bir korku bu…
L.G.: O yaşadığım dönemler, güçlükler bir iz bıraktılar yüzümde vehatta belki ışığımın da bir kısmını aldılar ama sonuçtan memnunum.
 F.İ.: Kendini sanatçı olarak eskiden daha mı çok beğenirdin?
L.G.: Kendini beÄŸenmekten kastım, kendini yere göğe sığdıramamaktı, anlıyor musun? Bunu yıllar geçtikçe daha iyi deÄŸerlendiriyor insan.... Biliyorsun, sen en başından beri benimle beraberdin. Çok ilginç bir süreç yaÅŸadık 2000’lerin başında. Sanat dünyamızda çığır açan bir galerist; Murat Pilevneli önderliÄŸinde çok hızlı bir yükseliÅŸin parçası olduk. Piyasada büyük bir heyecanla genç sanatçılara güncel resme, heykele, videoya dair bir açılım yaÅŸandı. Ben de bu furyanın ortasında gencecik bir insandım. Neresinden tutarsan tut, sen kendini ayırmasan da baÅŸkaları ayırıyor seni. Ama iÅŸte zamanla herkes ayaklarını yere basıyor. Åžu an o dönemin illüzyon yanlarını anlamış olmaktan çok mutluyum. Â
F.İ.: Hep işleri çok merak edilen, sevilen ve daha açılış olmadan eserleri satan bir sanatçı oldun. Bu ağır bir yük değil mi, bir yandan?
 L.G.: Evet, sahiden çok ağır. Tüm bunları daha iyi kaldırabileceÄŸim bir yaÅŸa geldim muhakkak ama o yıllarda benim böyle bir kazanıma ihtiyacım yoktu, yani ben bu iÅŸi hiç para kazanmak, meÅŸhur olmak için yapmadım. O kadar içsel ve hakikaten keyif alarak ve kendi içimdeki davaları dengeleyebilmek adına çıktığım bir yolculuk ki… Yani beni iyileÅŸtiriyor, beni dengeliyor ama ilaç gibi de demek istemiyorum, o kelimeden kaçınıyorum. O kadar da deÄŸil! Ben böylece dünya üzerindeki yerimi anlamlandırıyorum. Geçen gün Evrim (AltuÄŸ) bana ‘sen varoluşçusun’ dedi, çok doÄŸru. Genç kızlığımdan itibaren varoluşçuları yalayıp yutarak büyüdüm ve çok etkisi altında kaldım. Bu sergideki tüm eserlerde de herÅŸeyin ömrü ile ilgili bir tartışma gidiyor. Sergide sürekli zamanla ilgili bir konu var; baÅŸka bir mevsimin araba lastikleri de orada, 20 senelik her türlü yaÄŸmurun suyunu emmiÅŸ atölyenin saksıları da… Referanslar var, paslanmakta olan bir zincir gibi… Önceki sergilerden birikmiÅŸ kitapları, katalogları taşıyan kutular da orada. Hepsi zamanla ilintili bilgiler taşıyorlar ve zamanın aslında ağırlığını da taşıyorlar. Belki serginin bütününe baktığında eÅŸyalar üzerinden zamanla barışmaya ve de zamanı anlamaya çalıştığımı da görüyorsun diyebilirim.Â
F.İ.: Tekerlekleri, saksıları gördüğümde bunlar Leyla Gediz usulü heykeller mi diye düşündüm….
 L.G.: Ben onları heykel diye yapmadım, hatta onları yapmadım! Resimlerimi hazırlarken, yine bu sergide yer alan eÅŸyaların benzerlerini kurgulayıp fotoÄŸraflıyorum, sonra tuvale aktarıyorum. Arada baÅŸka bir basamak yok. Bu sefer şöyle bir ÅŸey hayal ettim, herÅŸeyi resme dönüştürmesem de bazılarını oldukları halleriyle tutsam… Bu halleriyle de tuhaf bir auraları var. Çizim deÄŸil ama eskiz diyesim var. Onlara bakarken eÅŸyadan resme bakıyoruz, yani üçten iki boyuta geçiyoruz. Bir sonraki adımda iki boyuttan üçe geçiyoruz. Hangisi hangisini besledi, hangisi hangisinin içinden çıktı? Bunu biraz muallaklaÅŸtırmak istiyorum galiba. Â
F.İ.: Atölyeye girdiğinde farklı bir şey yaşıyorum dedin ya, nasıl bir halden bahsediyorsun?
L.G.: Orası benim oyun alanım.  O alanın içinde çok çok özgürüm, eşyalarla istediğim yerleştirmeyi yapabilirim. Bu zaten güzel resimler yapmadan önce geçmem gereken bir basamak, hep yapageldiğim bir şey. Ama son birkaç yıldır tek başına bitmiş eseri değil de öncesini de sergi deneyimine dahil etmek gibi kaygılarım var. Yani izleyiciye o noktaya nasıl geldiğimi anladığında bil ki onun daha fazla tadını çıkaracaksın demek gibi... Mesela Rampa’daki sergimde portrelerim vardı, portrelerle birlikte bir video gösterdik ki çok önemliydi. Sana adeta performansın videosu gibi bir süreç sunulduğunda o sergi kafanda başka bir noktaya konumlanıveriyor. Sergideki portrelerin her birinin arkasında kaç saatlik yaşanmışlık ve paylaşım olduğunu, iki yönlü diyalog olduğunu ve o portreleri yapanın tek başıma ben olmadığımı ve aslında modelimin de o süreçte birebir rolü olduğunu anlıyorsun. Son sergilerde ilk önce fotoğrafı göstermem de bu yüzden. Bu sergide de girişte atölyemin benim çektiğim fotoğrafı karşılıyor. Sana büyük bir şey veriyor, diyor ki ‘başka bir mekan var ve bu sergi o mekana konuşuyor’.
F.İ.: Öyle bir dönemdeyiz ki göz alıcı, hoş bir fikri kreatif biçimde aktarabiliyorsan önemli sanatsal etkinliklerde yer alman, satman mümkün. Sen ne dersin?
L.G.: Daha geleneksel olarak diyeyim, ben de sanatçı figürünün çevresiyle uzlaşmakta biraz zorluk çeken, kendi içindeki uyumsuzluklar barındıran, sosyal olarak da birtakım ikilemler yaşayan özellikler taşımasını bekliyorum galiba. Bu bir klişe ama nedeni var. Bir kapanma ya da orada kendini bulma hali. Bazı sanatçılar daha çok keşif üzerinden, malzeme üzerinden farklı yerlere gidebiliyorlar. Resim benim için çok özel bir alan, resimde başkası olamazsın ve bence bu durum çok güzel çünkü insanın gerçeğini görebiliyorsun, ona temas edebiliyorsun. Bu iletişimin çok güzel bir şekli. Sen hayatta her kesişme anında kendini çok iyi ifade edemeyebiliyorsun, ya da en parlak haline anında geçemiyorsun. Buradaysa uzun uzun kendinin en iyisini çıkarmak için uğraş veriyorsun. Bir kere bu uğraşın kendisi etik olarak güzel. Sonra kalabalıklar içinde yalnızlık hali belli ki yolunda gitmeyen iletişimimize işaret ediyor. İşte bunlar için sanat, tamire çalışan bir alan. Burada ben kendimle de barışıyorum.
F.İ.: Senin hayatına bir şekilde dokunmuş insanları betimlediğin portrelerini görmeye çok alışmışız. Bu sergide portrelerin sayısının azalması anne olmanla mı ilgili?
L.G.: Sosyalleşmeye fazla zaman kalmadığı mutlak. Bu sergide oğlumun yüzünü kullanmaktan ise özellikle imtina ettim. Oğlum Anka benim için serginin her yerinde var ama onu katmanlar arasında daha endirekt vermeyi seçtim. Eşim Cihan’ın portresi sergiye en son dahil etmeye karar verdiğim bir tablo. Sergiye hazırlanırken kendime hep bir sınır belirlerim. Bu sergide de hem eşyalarla kurduğum dünyayı canlandırmak hem de  bir resimle de bunu kırmak istiyordum. Bütün resimlerde daha bir mesafe varken, Cihan’ınkinde yok. Yanı başımda kanlı canlı hayatımın içinden birisi, bir şeyi temsilen orada değil. Diğerlerinde hep atıflar var.
F.İ.: Yeni galerin The Pill ile işler nasıl gidiyor? İki tarafın da keyfi çok yerinde görünüyor.
L.G.:ÂNe güzel bunları duymak… Galeriyi keÅŸfe geldiÄŸimde ilk sergisi vardı. Suela’yı da tanımıyordum daha, hatta Vogue’da bir röportajı çıkmıştı. Havalı hoÅŸ bir kadın, yüksek topuklu ayakkabılar saçlar yapılı, açıkçası ilk an hayatta olmaz. Ama biraraya geldiÄŸimizde bana sergiyi o kadar güzel anlattı, sanatçısını o kadar güzel temsil etti ki… Sanatçısını sadece tanıtmayı deÄŸil, sevdirmeyi de baÅŸardı . Ãœstüne Balat’a birkaç defa geldim gittim,  baÅŸta bir türlü ısınamadım. Eminim herkes de bunu bir kere zihninden geçiriyordur: Åžimdi o galeri orada uzaydan inme bir dönüşüm içinde nasıl bir rol oynayacak diye… Ben de bu cümleleri aklımdan geçiriyorken sergime de hazırlanmaya çoktan baÅŸlamışım. Eserler ortaya çıkmıştı, ben sergim için yer arıyordum. Åžimdi çok farklı algılıyorum ve çok iyi bir karar olduÄŸunu düşünüyorum.Â
PaylaÅŸ