Kendi ömrünün efendisi

Türkiye’nin ilk opera sanatçılarından Semiha Berksoy, sahneyi bırakmasının ardından hayatının o güne dek gizli bir parçası olan resme ağırlık verdi.

Haberin Devamı

Koleksiyonerlerin her daim büyük ilgi gösterdiği bu ölümsüz sanatçının eserlerinden bir seçki, “Aşk’la, Semiha Berksoy” adıyla O’Art’da sergileniyor.


Sergiye paralel olarak Odeabank’ın desteğiyle Galerist yayınlarından çıkan ‘Semiha Berksoy: Catalogue Raisonne’ adlı, Derya Yücel’in editörlüğünde hazırlanan ve sanatçının bugüne kadar bilinen tüm yapıtlarını içeren geniş kapsamlı ve içerikli bir kitap da bulunuyor.

Kendi ömrünün efendisi


‘Kendini kendinden var etmiş bir kadın’ tanımlaması da Yücel’e ait bir ifade. Tutkuları için için büyük bir azimle çalışan bu sanatçının hayat hikayesinden biz sıradan insanların ilham alacağı çok şey var. Bu hikayeleri geçtiğimiz günlerde sanatçının O’Art’da ddevam eden sergisi şerefine yapılan bir konferansta dinlemek mümkün de oldu. Aynı zamanda konuşmanın moderatörlüğünü üstlenen Yücel söze  ‘Herkesin kendi Semiha Berksoy’u var’ diyerek giriyor ve Zeliha Berksoy’a ‘sizin Semiha Berksoy’unuz kim’ diyerek sohbeti başlatıyor.

Haberin Devamı


Zeliha Berksoy:
İnsan olarak çok şefkatli, çok köktenci, çok özlü ve çok hırçın, kaprisli… Zaman zaman son derece mütevazı, özellikle de dostlarının yanında. Fakat hoşlanmadığı ve düzgün bulmadığı insanlara karşı acımasız ve sert. Doğru bildiğinden asla şaşmayan, her şeyi kendi deyimiyle mihenk taşına vurup kararını verdikten sonra da ‘kafamı kesseler ben başka türlü yapmam’ diyen biri. Hep çok akılcı olacak, araştıracak; neyin doğru olduğuna karar verdikten sonra onu kimse kararından döndüremez... Sanat konusunda o kadar tutkulu ki, sanatta hiç oyuna gelmez. ‘Kendi gözünle görmedikçe neyin ne olduğu bilinmez’ der. Mesela ödül almıştır; ‘bırak bunları, kendi gözünle gör o zaman anlarsın’ der. Hayvanlara karşı çok şefkatli. Bizim evde her zaman sokağın kedileri, kuşları… Evdeki köpeklerin yemekleri dakika şaşmamıştır. Her sabah suları tazelenen kuşlara tahinli ekmek ıslatılır, balkonun önüne konulur. Önce güvercinler sonra kargalar gelir. Kargaları çok sever. ‘Aman şunlara bak, nasıl yaratmış Allah! Şu karganın şıklığına bak’ der.


Çok şefkatli ama hatır olsun ayıp olmasın diye cevabını vermekten de çekinmez. O konuda gayet net ve de her zaman haklı çıkar. Bana derdi ki ‘eğer haklıysan bir işte sonuna kadar git ama haksızsan kapatacaksın ağzını, hiç konuşmayacaksın.’ Sanatla ilgili kendi annesinden de çok etkilenmiş;  o da haute couture resimler yapan, çok zarif, ince bir kadın. Çengelköy’de bir yalıda oturuyorlar. Sonra birinci dünya savaşında anne 26 yaşında ölüyor. Ondan sonra anne, Semiha için bir tutku oluyor. İkonu annesi…


Sanat sevdası da hep var. Yıl 1925’ler; ahbaplarının evlerine gidildiğinde bir bohça yapar içine elbise koyarmış, gidince çıkarır tiyatro yapmak için... İstanbul Lisesi’ndeyken arkadaşlarıyla vapura biniyor, oradaki insanların karikatürlerini çiziyor defterine. Liseden sonra ilk defa akademiye gidiyor müdür beyle görüşmeye, kendi desenlerini gösteriyor… Müdür ‘ben sizi bir üst sınıfa alayım’ diyor ve hemen canlı modele geçiyor. Bir gün gazetede Darülbedayi’nin sınavını görüyor ve hemen gidiyor. Orayı da kazanıp hem akademi hem de tiyatro eğitimini birlikte alıyor. Üstüne ‘bir de sesime bakayım’ deyip konservatuara başlıyor. Orada da Cemal Reşit Rey’in kuzeni var, yeni Viyana’dan gelmiş. ‘Aman, müthiş bir sesi var’ diyerek hemen alıyorlar. Daha 19 yaşında kendine böyle bir düzen kurmayı başarıyor. Tiyatro okulunu bitirirken bir yandan konserler veriyor. Yıl 1930’lar, İstanbul tarihinde de sanatın fışkırdığı günler…

Kendi ömrünün efendisi

Araştıran bir kişiliği var. Mesela çok enteresan bir mektubu 15 yaşında yazmış. Çok sevdiği Amerikalı bir artist var. Onun Kadıköy sinemalarındaki bütün afişlerini topluyor, sonra odasını bu afişlerle süsleyip saçlarını da onun gibi kestiriyor. Derken kadına bir mektup yazıyor Hollywood’a ve kadının imzalı resmi geliyor. Annem kendisine mektup yazıp diyor ki; ‘ben bir film çevirdim. İkinci filmime de başlayacağım. Adı Şeytanın Bacakları ve yönetmeni de Ertuğrul Muhsin’ diyor! Daha tiyatro okuluna girmemiş, atıyor kadına! ‘Film Hollywood’a gelecek, siz oradaki intibaları bana yazınız’ diyor, ‘ben de Hollywood’a geleceğim ama fazla kalamam çünkü Münih’te operaya çıkacağım’ diye yazmasının 10 sene ardından Berlin’de festivalde oynuyor. Çok enteresan bir yapısı var. Tamamen sanatla kendini var etmekle ilgili… Bir yandan da konunun en yüksek otoritesine gidip ‘bende iş var mı’ diye kendini gösteriyor. Önce kendini sınavdan geçiriyor daha sonra bilimsel ve akademik olarak geliştirmek istiyor.. Semiha çok eğlencelidir, keyiflidir ama bu resimleri çizerken gayet ciddidir. Bir de gece sabaha karşı resim yapar, hiç uyumaz. Gece 8’de uyur, 4’te kalkar resim yapar. Bu Bir Rüyadır’da sahneye çıkıyordu. Rolü en sondu ama herkesten önce kulise gider, hazırlanır beklerdi. Bir yandan da kulağı sahnedeydi; dinlerdi, büyük bir disiplinle ve ciddiyetle çalışırdı yaptığı her işte. Bütün bu avangard halinin yanında aynı zamanda sofu tarafları da vardı. Popülariteden, yüzeysellikten nefret ederdi. Okur, çok okur… Bir de mesela yemek gelir sofraya bakar, beğenmediği bir şey varsa ‘ben buna ağzımı yormam’ der.

Haberin Devamı


Derya Yücel
: Melih bey, 2010 yılında Kazım Taşkent Sanat Galerisi’nde ‘Ben Yaşardım Aşkla Ve Sanatla Semiha Berksoy’ sergisini düzenlemiş, aynı zamanda bir katalog da hazırlamıştınız. Ben de kitabı hazırlarken katalogdan çok yararlandım. Siz Semiha Berksoy ile birlikte uzun zaman geçirdiniz. Çok da yakın dostuydunuz.


Melih Güneş:
Semiha hanımla yakınlığım aslında Nazım Hikmet sayesinde oldu diyebiliriz. Nazım Hikmet’i tanımadım, onun öldüğü yıl doğmuşum. Ama 10 yaşındayken Semiha Berksoy ismini biliyordum. O yıllardaki kültür haberleri 10 yaşındaki bir çocuğun ilgisini çekebilecek düzeydeydi ve benim için Semiha hanım bir operacıydı. Ne zaman ki üniversiteye başladım, onun bir sergisine denk geldim. Semiha hanımın ressam olduğunu bilmiyordum ilk defa orada ressam Semiha Berksoy’la karşılaşmış oldum ve şansıma kendisi salonun bir kenarında oturuyordu. Ama yaşım 20 bile değil, gitmedim yanına. Zamanı değilmiş demek ki, pişmem gerekiyormuş. Sonra yaşamım beni Sovyetler Birliği’ne ve Moskova’ya yöneltti, orada yaşarken Nazım Hikmet’in karısıyla ahbaplık kurdum. O zamanlar iletişim kurmak çok zordu, mektup gönderirsiniz gider gitmez...


Nazım Hikmet’in eşine ‘Nazım’a Türkiye’den kimlerden bir ses ulaşır’ diye sorduğumda bana ‘Bir Münevver’den gelirdi, bir de sizin bir opera sanatçınızdan galiba... O da fotoğraflar ve hediyeler gönderir’ demişti. Bu bilgi sanki benim üstümde Semiha Berksoy’a iletilmesi gereken bir gönül borcu gibi kaldı. Nazım Hikmet Vakfı’nın açılışında Nazım Hikmet’in yeğeni beni Semiha hanımla tanıştırdı. Meğerse aynı muhitte oturuyormuşuz. Ahbaplığımız öyle başladı bir gece vakti… Evlerimizin yakın olması sebebiyle de bana ziyaretlere geldi, ben de ona çok sık giderdim. ‘Hadi atla gel sıcak simit de var, çay koydum para harcama sakın’ derdi, çok ikramcı çok anaçtı. Bir de o eve ne zaman gitseniz 5-6 çeşit yemek vardı ve hep tazeydi çünkü muhakkak bir kısmetlisi olurdu o evin, çöpe giden hiçbir şey görmedim. Semiha hanım dostlarına çok vefalı biriydi ve herkese kıymeti farklı hediyeler göndermesini becerebilen bir kadındı. İşte Fikret Mualla’yla yazışmalarında görüyoruz, ona da olmayacak, farklı şeyler gönderirdi. Bana bile Karatepe kilimi göndermişti; ‘Bunu sana yolluyorum. Duvarına as, herkes görsün Türkler ne yetenekli insanlar’ derdi.

Kendi ömrünün efendisi

Semiha hanım tezatların insanıydı; bir yandan bakıyorsunuz son derece avangard, çağdaş, hiçbir şey umursamayan, özgürlükçü ve eşitlikçi bir kadın ama bir yandan da muhafazakardı. Bir yandan bu tarz resimler yapar bir yandan da minyatürlere hayranlıkla bakardı. Kibir sokağından geçmemiştir Semiha hanımın. Burada onun adına konuşmak benim için onunla buluşmak gibi oldu. Ölüme hep meydan okudu, isyan etti ve ‘ölmek diye bir şey yok’ derdi. Son açık kalp ameliyatını 88 yaşında geçirdi ve Semiha’ya deseniz ki turneye gideceğiz New York Sydney diye, hemen giderdi, gitti de zaten…


Onu durduracak hiçbir şey yoktu. Onun için bütün bu ölüme meydan okumasında, yaptığı işlerin keşfedilmiş ve bahsediliyor olmasının mutluluğu ve keyfi vardı ve artık sonsuzluğa bu şekilde bir geçiş yaparken daha mutluydu son yıllarda. Semiha Berksoy hakkında yapılacak daha derin daha bir çok önemli yayının sırasını beklediğini biliyorum. Hakkında çıkan çok önemli eserler var fakat eminim en önemliler daha hiç çıkmamış olanlar çünkü Semiha dipsiz bir kuyu. Kendi çocukluğunu, annesiyle ilişkisini, Atatürk ile ilişkisini, -ki ömür boyu sürmüştür- karşılaşmalarını hep nefesi kesilerek anlatırdı.

Haberin Devamı


ZB:
Biz 68’de Berlin’deydik, beni ihtisasa götürdü. Bir resmini de kırmızı evimizin mutfağında çizilmiştir, müthiş bir eleştiri vardır o resimde. Kafka var Varoluşçuluk var; o resim Türk resminin baş yapıtlarından biridir. Bir dönüşüm var o resimde. Annesine yaptığı, selviliklerde bir kadın dolaştığı yemyeşil bir portre var.  Semiha Berlin’de boya dükkanına gidiyor ve diyor ki ‘burada çok deli bir galeri var mı?’... Orada bir galeriyi tavsiye ediyorlar. Adam resimler görünce ‘aman, başka resimleriniz var mı?’ diye atlıyor. Ve Semiha’nın ilk defa Berlin’de büyük bir sergisi açılıyor, o zamanın gazeteleri tam sayfa röportaj yapıyorlar Semiha’yla.

Haberin Devamı


MG:
Zeliha’nın bu bahsettiğini kolay oluyor zannetmeyin. Çünkü o galericilerin kapısında 30 yıldır bekleyen 3.000 ressam vardır.


ZB:
Burada pek anlaşılmadı, kendini çok öne çıkarmadı. Yani öyle tuhaf bir hayatı vardı ki… Annem Fikret’in  (Mualla) ölümüne kadar da her ay hiç aksatmadan bir kutu yapardı. Kutunun içinde rakı, kaşar peyniri, beyaz peynir, sucuk, pastırma, Birinci sigarası ve sakız leblesini hazırlar ve Ulus’taki postaneye verir, Paris’e gönderirdi. Bir de not yazardı: ‘Sakın o rakıyı bir defada bitirme. Vicdan azabı duyuyorum, sana zarar verecek’ diye... Sonra babam bir gün ‘Sen de Fikret’e desenlerini göndersene’ dedi. Cevabı ‘o bir dahi, ben kimim’ demek oldu. Fikret hiç bilmedi Semiha’nın resim yaptığını, öyle vefat etti.

Haberin Devamı


DY
: Birşey sorabilir miyim? Atatürk ile karşılaşmasının üstünde durmadan bir geçtiniz. Onu alsam?


ZB:
1934 yılı, Atatürk devrimleri yaparken etrafındaki ülkelerle ilişkileri de es geçmiyor; Afganistan, Pakistan, İran. Bu sırada İran cumhurbaşkanını Türkiye’ye davet ediyor, medeni bir şey göstersin istiyor ve çok önem verdiği operada karar kılıyor. Hemen Adnan Saygun’u çağırıyor. Başroller ise İstanbul’dan… Annem, Nimet Vahit hanım, Nurullah Şevket Taşkıran; üç profesyonel Ankara’ya gidecekler. Atatürk solistleri Çankaya’ya davet ediyor. Tabii, hepsinde bir heyecan. Bir ara Atatürk Semiha’ya ‘Özsoy’dan bir şarkı söyleyin’ diyor. Semiha kurnaz; o şarkıda sesini gösteremeyeceğini biliyor ve ‘Efendim size Madame Butterfly operasından söyleyeyim’ diyor. Şaşırıyor Atatürk; bir Türk kızı Madame Butterfly söyleyecek!…


Hocası Nimet Vahit hemen piyanoya geçiyor, Atatürk de piyanonun yanında kollarını kavuşturuyor ve ‘hemen ses alma makinasını getirin’ diyor. Semiha başlıyor söylemeye ve Atatürk tamamdır deyip  Semiha için ‘hemen Avrupa’ya gönderilsin’ diyor. Sonra annem ertesi gün Şükrü Kaya’ya gidiyor, ‘efendim’ diyor, ‘Gazi hazretleri emir buyurdular’ diyor, Şükrü Kaya hiç cevap vermiyor. Bir daha söylüyor, yine ses yok. O da çıkıyor gidiyor. Atatürk şöyle bir karar alıyor: ‘Ben açacağım bir  sınavla sanatçıları yurt dışına göndereceğim’. Semiha bu sınavı geçerek Berlin’e gönderiliyor. Gelişmiş 3 yıllık opera tahsilini birincilikle bitiriyor. O sırada Almanlar kalmasını çok istemesine rağmen ‘ben ülkeme döneceğim’ diyerek dönüyor. Yıl 1939-40. Ve 1941’de de Tosca’yı oynamasıyla Ankara Operası profesyonel bir artistle başlamış oluyor. Atatürk bunu İran şahına büyük bir gururla gösteriyor ve İran şahı da gidip kendi memleketinde opera kuruyor. Semiha 19 Haziran’da gerçekleşen bu  olayı büyük bir heyecanla anlatırdı. 19 Haziran’da her zaman davet verirdi, en yakınlarını davet eder, tuvalet giyip şampanya içer ve hep birlikte şarkı söylenirdi. Biz de onu kaybettikten sonra her 19 Haziran’da bir davet yapıyoruz. Önce Dolmabahçe Sarayı’nda olurdu, birkaç senedir Süreyya operasında yapıyoruz. Hem bu olayı aktarıyoruz hem de İstanbul Operası’ndan aryalar söyleniyor. 7-8 senedir opera ödülleri de veriyoruz. Türkiye’deki oyunlar için bugüne kadar 50-60 kişiye opera ödülleri verdik. Tabii, müthiş konserler de oluyor. Bunların içinde Viyana Operası, Berlin Operası katılanlar arasında. Yani her yıl 19 Haziran’ı Atatürk adına opera ödülü vererek kutluyoruz.

 

Yazarın Tüm Yazıları