ONCA şaheser arasında, Hoca Ali Rıza’nın Rumeli Kavağı’ndaki kahvesinden söz etmekteki maksadım, artık onların yerinde yellerin estiğini söylemek için.
Denize uzanan tahta iskeleler üzerindeki salaş ve doğa ile uyumlu sade kahvelerin yerine neleri koyduk?
Neden daha güzelini yapamadık da çirkinleştirdik İstanbul’u?
İstanbul Resim Heykel Müzesi’ni gezerken gördüğüm terk edilmiş güzellikler arasında, gözümün takıldığı o küçük tablonun önünde tam bir "harabiyet" ortasında buldum kendimi.
Yıllar boyu kapalı kapılarının önünden geçerken içimin sızladığı Resim Heykel Müzesi, yeniden açıldıktan sonra ilk kez gittim.
Bu müze İstanbul’da en sevdiğim limanlardan biriydi. Saatler geçirdiğim salonların üzerine yıllar içinde kapılar kapandı, Hanry Moore dahil dünyaca ünlü yabancı Türk heykeltıraşların eserlerinin sergilendiği bahçeleri yok oldu.
Kendinden öncekilerin estetiğe ve sanata verdiği değeri "boşveren" önemsemeyen bir toplumun yaşadığı kentlerin estetiğini de boşvermesi doğaldı tabii.
***
RESİM ve Heykel Müzesi, bir süredir açık ve sessiz sedasız günde 200 kişiyi ağırlıyor.
Müzeyi, Resim Heykel Müzesi’nin müdürü Prof. Ferit Özşen ile birlikte gezdim.
184 yıllık binanın, hiçbir zaman görmediğim birçok bölümü ziyarete açılmış. Dolmabahçe Sarayı’nın mimarları Balyan ailesinin imzasını taşıyan bu güzel bina öylesine köhne, yoksul ve hırpalanmış ki. Utandım.
Rus İmparatorluğu’nun Leningrad’daki yazlık sarayını anımsadım. Yerlerde aynı parkeler. Ceviz kapılar, süslemeler. Ama onlar, Sovyet döneminde de pırıl pırıl korunarak bugüne itinayla taşınmıştı. Bizimkiler berbat durumda.
Profesör Ferit Özşen müjdeli bir haber verdi. Şubat ayında binayı gezen Devlet Bakanı Abdüllatif Şener, acil onarıma ihtiyaç olduğunu görmüş ve gerekli paranın sağlanması için harekete geçmiş.
Prof. Özşen, Şener’in iki gün önce kendisini arayarak müjdeyi verdiğini söylüyor.
On yıl boyunca müzenin onarımı için her yıl, üç trilyon liraya yakın olanak sağlanacakmış. Sevindim.
***
BİNANIN kendisi sanat eseri ama depoları da Türk resim ve heykel sanatının kalbi. Sekiz bine yakın eser bulunan müzede, bir tablosu için özel müzelerin yarıştıkları Osman Hamdi’nin on eserini bir arada görebiliyorsunuz.
Halife Abdülmecid Efendi’nin imzasını taşıyan tablolar, Cumhuriyet öncesi ve hemen sonrası kadın ressamlar, heykelin put sayıldığı günlerin Müslüman heykeltıraşlarının eserleri eprimiş, eskimiş, loş ve bakımsız salonlarda sergileniyor. Çok değerli bir arşivi var müzenin. Uluslararası düzeyde sergilere olanak verecek bir zenginlik bu. Yeter ki, kendimizi nasıl tanıtacağımızı düşünürken sanat ve kültürün ilk sırayı aldığını kavrayabilelim.
340 eserin sergilendiği müze aslında yeterli değil. Binanın kendisi, Boğaz’ın görüntüsü resimlerin önüne geçiyor. Profesör Ferit Özşen’in bir projesi var. "Bu binada, Cumhuriyet öncesi eserler sergilenmeli. Cumhuriyet resmi için kent merkezinde büyük bir bina tahsis edilmeli" diyor.
Müzeye uygun inşa edilmiş büyük bir binayı hak ediyor Türkiye Cumhuriyeti’nin resim ve heykel sanatı.
Prof. Ferit Özşen, dar bir kadro ile müzeyi canlandırmaya çalışıyor. Çevreyi düzenlemek için de girişimlerde bulunuyor. Çünkü çevre gerçekten bakımsız. Başbakan’ın İstanbul’a geldiği zaman çalışması için yapılan konutun hemen arkasına rastlayan müzenin girişi mezbelelik. İnşaat bitmiş, molozlar arka bahçeye yığılmış. Saray duvarındaki kapıdan içeriye adım attığında insan, Türk sanatının kalbine bir yolculuğa çıkar gibi değil de gecekondu mahallesine girer gibi oluyor. Bu yolun üzerindeki asırlık çınar ağaçlarının yanıbaşına, Başbakanlık konutunun yekpare mermer bahçesinin kenarına uzun bir palmiye ağacı dikilmiş. Plastikten.
Müze bahçesine giriş yolu da bir resim. Hoca Ali Rıza’nın çizdiği asude kahvelere yakışan çevre estetiğini neden gelişteremediğimizin resmi.