Paylaş
Peki ya gece yarısından sonra... Bakan şöyle diyor: "Çengelköy’de vatandaşla konuşursanız, o sesin nasıl bir işkence olduğunu anlarsınız. En bas tondan sanki bir bomba patlıyor..."
- Peki ne yapacaksınız?
- Ölçtük. Çok fazla bir ses şiddeti var. Ceza uygulayacağız... Kapatma vereceğiz...
Şimdi bu kapatmalarla ilgili bir tartışma başlayabilir. Yani "eğlence alanlarına karşı" bir eylem gibi... Bence öyle görmemek gerekiyor... Dünyanın hiçbir ülkesinde şehrin ortasında böyle bir "ses şiddeti" yoktur... Tabii buna bir de "gezi tekneleri"nin o iğrenç ses kirliliği eklenince Boğaz bir cehenneme dönüyor... Bakan denetim yetkisini Beşiktaş Belediyesi’nden aldıklarını da söylüyor... Artık yetki valilikte... İstanbul Valisi Muammer Güler de bakana şöyle demiş;
- Teşekkür ederiz. Şimdi artık bu yetkiyle gerekeni yaparız. Yani ruhsatlara bakılacak...
Umarım bu yetki abartılıp bir süre sonra İstanbul’un sesini kısmaz..
İKİNCİ YAZI
Tahran'ın yeraltında rock festivalleri
O zaman anlamamıştım... Belki de inanamamıştım... Seçimden 1 ay önce gittiğim İran’da gençler yeraltı konserleri düzenliyordu...
Üstelik aileleler destekliyordu... Yasaktı ve polis takipteydi... Bir gizli örgüt toplantısı gibi, apartman altındaki garajlarda , "gizli rock konserleri" yapılıyordu. Gençler akın akın, ev altlarında, yeraltlarında o "gizli rock konserleri"ne gidiyordu...
Polis yasağı, konserleri bir gizli örgüt toplantısına çevirmişti... Müziği de neredeyse bir özgürlük şarkısına...
The Clash’in solisti Joe Strummer’ın ’’Rebel Waltz’’ ı gibi, yeraltından gelen ses şuydu:
"Uzun zaman önce bir düş gördüm
Havada dans eden isyancılar gördüm
Uyudukça kamp ateşlerini gördüm
Savaşın şarkısı doğdu ateşte, isyancıların havada valslerini gördüm"
EV İÇİ AFİŞLER
Yeraltındaki faaaliyet bununla da kalmıyordu... Sinema filminde kadınla erkeğin öpüşmesi yasaktı. Yan yana durması... El ele tutuşması... Örneğin, bir aile içinde, karıkocanın yatak odası sahnesi yasaktı...
Bu yüzden videocular kaynıyordu... Evlerde sinema salonu büyüklüğünde plazmalar vardı... Plazmalar gizli örgütlerin ev içi afişleriydi...
İnternet yoktu...
Ama sokakta kadınların o yürüyüşleri. Genç kızların tavırları. Özgürlüğün, iradenin tüm rüzgárlarını hissetiriyordu... İçten içe esen bir rüzgár. Bir şahsiyet fırtınası... Dökük kaldırımlarda "Ben de varım" diyen bir yürüyüş... Şimdi daha iyi anlıyorum o kızların bakışlarını... Başörtülerinin önünden uzattıkları saçlarının, gözlerindeki sürmelerin, aslında nasıl bir "işaret" olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum...
DEĞİŞEN SEMER!
Tahran’da 3 gün geçirmiştim. Ve o zaman fark etmemiştim. Basit bir "kaçamak" gibi gelmişti yeraltındaki o rock konserleri... Oysa bir diplomat uzun uzun anlatmıştı... Kendisi de gitmişti bir kez... Muazzam bir coşku varmış... Kızlar erkekler bir arada... Evet Tahran’da çok önemli görüşmelere tanıklık etmiştim... Dışişleri Bakanı Motteki, sonra Ahmedinejad...
Ahmedinejad’la sarayda görüşmüştük... Şah’ın sarayı... Etrafı yüksek duvarlarla çevriliydi. Halk giremiyordu. İşte oraya yerleşmişti devrim yönetimi...
Sarayın önünde bekliyorduk... Bakanlar bile dış kapıda araçlarından iniyor, yürüyerek geliyorlardı saraya...
Biz sarayın önünde beklerken genç bir İranlı şöyle demişti:
- Gördüğünüz gibi sarayda değişen bir şey yok. Semer değişti yalnızca... Eşek, yani halk yine aynı...
Evet o zaman Tahran’da yeraltından gelen rock müziğinin etkisini anlamamıştım.... İşte şimdi o sesleri meydanlardan duyuyoruz... Bu yaşanan olaylar, yalnızca bir seçim sonucuna itiraz değildir... Basit bir protesto değildir... Bu ses yeraltına gizlenen hayatlardan yükselmektedir.
Bu ses, polisin yasakladığı uydu antenden, sinemadan, tiyatrodan, müzikten gelmektedir...
SESİNE SAHİP ÇIK
Dünya bu sesi 1960’lı yıllarda her türlü iktidara karşı duymuştu... O ses saçlarını uzattı. Göğsüne isyan işaretleri astı. 70’lerde meydanları sarstı. Berlin’de duvar o sesle yıkıldı.. Baskıya, yasağa, statüye karşı o ses... Hayatın sesi, şimdi Tahran’da yeraltından geliyor... Bu sese iyi bakın... Bu sesi iyi dinleyin...
Ve hangi kampta, hangi inançta olursanız olun, özgürlüğün ve demokrasinin sesine, yani kendi sesinize sahip çıkın!!!
ÜÇÜNCÜ YAZI
Fransa’ya Waterloo golü
İNGİLİZ Büyükelçiliği’nin bahçesinde milli gün resepsiyonu... Ankara’nın seçkin isimleri orada... Siyasetçiler, yabancı misyon... Bir ara Devlet Bakanı Egemen Bağış bir konuşma yapıyor... Bağış, AB’ye üyelik sürecimiz konusundaki tavırları nedeniyle Sarkozy’ye çok tepkili... Bir-iki kutlama cümlesinden sonra gözü dinleyiciler arasındaki Fransız Büyükelçiliği müsteşarına takılıyor...
Ve gözlerine bakarak şöyle diyor: "Bugün Waterloo savaşının yıldönümüdür. Yani İngilizlerin Fransızları yendiği gün... Fransızların geçmişte de böyle Avrupa’yı rehin alma çabaları olmuştur. İşte AB bunun için vardır. Waterloo’lar yaşanmasın diye...."
Bu sözler , kalabalığın arasından geçip diplomasi frekansından Fransız müsteşarına doğru keskin bir parazit olarak ulaşıyor... Bağış’ın rehin alma ifadesi, Fransa’nın Türkiye’ye "üyelik freni" koyması için... Konuşması bitince Fransız müsteşar Bağış’ın yanına gelerek şöyle diyor:
"Waterloo savaşına olan bu sempatinizi bilmiyorduk..."
Diplomasi frekansında yaşanan bu olayı şunun için aktarıyorum... Türkiye’nin AB süreci ne yazık ki giderek AB’den uzaklaşan bir çizgiye kayıyor... Fransa’nın tavrı. Almanya’nın , "ikinci sınıf üyelik" tanımı bu durumu zorluyor.
Ne olursa olsun Kıbrıs meselesi çözülmüyor. Türkiye limanları Rum gemilerine açmıyor. Kendimizi kandırıp duruyoruz. Biz Kıbrıs Rum kesimi diyoruz. Adam AB üyesi bir devlet... Kürt meselesi bir aysberg gibi büyüyor... Bakın Diyarbakır Belediyesi’ni her gün yabancı bir diplomat ya da siyasetçi ziyaret ediyor. Belki Egemen Bağış haklı olarak İngiliz bahçesinde Fransız müsteşara şaka yollu bir gol atıyor...
Ama bir işe yaramıyor... Kopuyoruz... AB rotası çözülüyor... AB kapısında bekleyen Türkiye kapıkulu oluyor...
DÖRDÜNCÜ YAZI
NTV’yi kutluyorum
BU hafta beni en çok duygulandıran olay, bir televizyon kanalının canlı yayın aracını balıklara, kuşlara, rüzgárlara, çam ağaçlarına tahsis etmesiydi... Ankara’daki ağır ve kasvetli parti toplantılarına değil. Falan mankenle filan futbolcunun aşk kaçamağına değil... Martılara, pavuryalara, yunuslara ayırdı canlı yayın aracını... NTV, dünyanın en güzel koylarından, Göcek’ten canlı yayın yaptı...
Orada 10 yıldır koyları işgal eden bir "deniz mahluku"nu sorguladı... Aylarca yazdım: "Kahraman Sadıkoğlu, 1000 metrerakelik bir evi denizkondu haline getirip koyları işgal ediyor."
Sonunda NTV de katıldı bu çevre zincirine... Deniz dostlarına, yunus tutkunlarına... Müthiş bir yayın yaptı. Sadun Boro, Can Pulak gibi üstatlar konuştu... İşin güzel yanı Kahraman Sadıkoğlu da kendisini savunabildi... Sonuç şu oldu:
- Rahmetli Turgut Özal zamanında koruma alanı ilan edilen "dünya cenneti" Göcek bu ve benzeri "denizkondu" canavarlığına yasaklandı... Artık bu tür "mahluklar" o koyların doğal dokunusu bozamayacak...
Devlet karada ne durumda tartışılır ama en azından denizine hákim oldu... Bu yayın kararını alan haber koordinatörü Mustafa Hoş ve başarıyla sunan Banu Güven’i kutluyorum.
BEŞİNCİ YAZI
Berçalan mesajları
TELEFONUN ucunda Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay var... Hakkari’nin 3 bin metre yükseklikteki Berçalan Yaylası’ndan şimdi inmiş... Sesinde müthiş bir mutlukluk var. Şöyle diyor: "Fatih, gece Hakkari’de Kürtçe-Türkçe şarkılar söyledik. Sabah Berçalan Yaylası’nda güreş tuttuk. Ben kısa kollu gömlekleyim, Mustafa Erdoğan birkaç arkadaşı ile az önce kayağa gitti..." Budur işte Anadolu harmanı ya da Anadolu ’harmonisi’... Günay CHP’deyken de bunu yapmak istiyordu. Şimdi 3 bin metreden Ahmet Arif’in Anadolu şiirini okuyor. Ve şöyle diyor: "Artık bu dağlara kurşunlar değil, birlikte okuduğumuz şiirler ve türküler hakim olsun..."
Paylaş