O vekil böyle konuşunca, bu Meclis nasıl çalışacak?
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
UZUN uzun izledim.
Döndüm bir daha izledim... O konuşurken gözlerinin içine baktım. Ezbere yazılmış bir sesin gözleri; Elinde mikrofon kaldırımda bağırıyor. Arkasında siyah pankartlar. Diyor ki; “Biz bu yola baş koyduk. Baş bir yana leş bir yana!” Tutulup kaldım burada... Bir daha okudum. Dinledim. Baktım. İşte psikoloji bu... “Baş!” ve “leş!”... Ölmek ve öldürmek için baş koymak üzerine, insan cesedine, “leş” diyebilme noktasında... Bıraktım savunduğu fikirleri, kurduğu hayalleri, özlediği düzeni; Bu sözlere takıldım yalnızca. O vurguya... Bu hangi noktadır biliyor musunuz? Hangi zemberek boşalması? Vahim bir psikolojik eşiktir bu. Ve bu eşik, insana “leş” diyebilme çizgisinde vahşi bir mesafeye dayanmıştır artık... Peki kim kullanıyor bu üslubu? BDP Van Milletvekili Özdal Üçer... Yani insana saygı mimarisinde, özgür fikrin yarıştığı, demokrasinin kökleştiği ve en önemlisi, bütün sorunların barış içinde çözümünün arandığı TBMM’de... İşte böyle bir “leş psikolojisi” var artık. Peki kavgadan, çatışmadan, yumruktan başka ne çıkar o Meclis’ten... Öyleyse soralım: Niye yapılıyor bu? Bu tahrik neden? Bu toplumun kılcal damarlarına kadar “tahrik kalıbı” yerleştiren bu zihniyetin hedefi ne olabilir? Diyor ki: “Kürdistan özgürleşene kadar, mücadele sürecek!” Van’ın ortasında bağırıyor. Tekrar söylüyorum: “Bu leş psikolojisi”ne karşı bile çözümün tek adresi polis değildir... Çünkü sorun giderek derinleşiyor... Kopuyor, dağılıyor... Nasıl mı? Benim Van’dan gelen bu “leş bakış”tan anladığım şey şudur: Yani bugüne kadar en çok korktuğum şey; BDP’de artık vidalar dağılmış durumda. Kandil, İmralı ve Avrupa arasındaki “bağlantı ayarları” kopmuş... Adım gibi biliyorum ki; Mesela sorsanız Ahmet Türk “Böyle konuşmalar doğru değildir” diyecektir. Ama merak ediyorum, mesela bu sözleri söyleyen kişi BDP’de disipline verilecek midir? Van’dan gelen bu “leş kokusu” ne yazık ki ciddi bir sıkışmayı işaret ediyor... Ve işte böyle bir sıkışma halinde bu üsluptaki bir kafayla neyi konuşabilirsiniz? Hangi makul zemini kurabilirsiniz? “Oslo süreci”nin neresini tutabilirsiniz? Bu çıkışlar, BDP’nin siyasi parti kimliğini başka bir boyuta taşımanın eşiğinde olduğunu gösteriyor. Ağır ve tehlikeli bir eşiktir bu... Belli ki; KCK-PKK tabanında, BDP kendisini tutamıyor artık... Sakın şimdi bana; “Fatih Bey bunda şaşıracak ne var. Zaten bilmiyor muydunuz?” türünden mesajlar göndermeyin... Çünkü ben hâlâ; Fikirlerin başlarda bir değeri olduğuna inanıyorum. İnsan bedenine “leş” diyenlerin çatal dillerinde değil...
İKİNCİ YAZI
Naci Koru’nun sözüne dikkat
“ONLARCA, yüzlerce sayfa hacmindeki belgelerimizi, yazılarımızı saniyeler içerisinde dünyanın dört bir tarafındaki temsilciliklerimize iletebiliyoruz. Ama aynı yazıların bakanlığımızın karşısındaki bir diğer bakanlığa ulaşması günler alabiliyor.” Naci Koru Dışişleri Bakanlığı’ndaki tüm elektronik iletişimin, dijital hafızanın sorumlusu bir diplomat. Müsteşar Yardımcısı ve parlak bir projeci.. O kadar önemli bir tespit yapıyor ki; Devletin ortak bir “dijital dili olmalı” diyor... Bakanlıklar, daireler kendi aralarında bu dijital dille ve büyük bir hızla konuşabilmeli... Dünyanın inanılmaz bir hızla birbirine bağlanan bir “küresel ağ”a dönüştüğü düşünülürse; Bu sözün ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılır... Mahkeme dosyalarının aylarca, yıllarca sürmesindeki en büyük etkenlerden birisi de bu yazışma trafiğindeki gecikme değil midir? Falanca bakanlıktan falanca ildeki daireye gönderilen bir yazıyı, mahkeme evrakına getirebilmek için postalar, iç yazışmalar, imzalar, onaylar, vs... gibi çağdışı yöntemler, insanları dört duvar arasına hapsetmiyor mu? Bütün bu ağırlık, Koru’nun bu önerisiyle aşılabilir... Başbakanlık Müsteşarlığı’nda, bu önerinin önemini anlayacak kalibre ve yetenekte bir müsteşar oturuyor. Efkan Ala... Umarım dikkatini çekmiştir...
ÜÇÜNCÜ YAZI
Filmi geri sarsak Mavi Marmara yine gider miydi?
ANKARA gazeteciliğinin çok önemli bir noktası vardır... Demeç gazeteciliğinin ötesinde tarihe not düşen bir haberciliktir bu. Perde arkasındakileri görebilmemizi sağlayan “usta işi” bir gazeteciliktir yani... İşte dün Uğur Ergan’ın yaptığı böyle bir şeydi... Bravo Uğur’a... Uzun zamandır, heyecan damarlarımı tıkayan “demeç haberciliği”nin ötesinde, kanımı tutuşturan bir haberdi bu... Hamas’ın esir tuttuğu İsrail askerinin serbest bırakılması için İsrail Dışişleri Bakanı ile Davutoğlu’nun arasındaki konuşmanın tutanağını yazdı Uğur... Tutanak şöyle: Avivi: Askerimiz rdrframe1 Hamas’ın elinde onu öldürecekler. İsrail hükümetinden aldığım yetki ile devreye girmenizi rica ediyoruz. Davutoğlu: rdrframe1 Hamas’ı Türkiye’ye getirdiğimiz ve kendilerine telkinde bulunduğumuz için bizi linç ettiğinizi unuttunuz galiba? Dışişleri Bakanınızın ağzından bir şey duymadan hiçbir şey yapamam. Avivi:Sayın Tzipi Livni (dönemin İsrail Dışişleri Bakanı) hemen sizi arayacaktır. Livni (Telefonda): Askerimizi kurtarmak için yardımcı olursanız minnettar kalırım. Davutoğlu: Bir insan hayatı söz konusu. Gerekeni yapacağım. Bu görüşme Mavi Marmara baskınından önce, 2006’da oluyor. Türkiye o tarihte Ortadoğu’da her konuda barış zemini durumunda. Suriye İsrail, Filistin meselesinden, ABD-İran gerilimine, Ermenistan-Azerbaycan sorunundan, Kosova’ya kadar İstanbul bir “müzakere istasyonu”ydu... Mavi Marmara geriliminden sonra durum değişti. Türkiye İsrail arasındaki bağ kopunca; Türkiye de müzakere zemini olma ağırlığını kaybetti. Gerçi buna rağmen Uğur’un haberinden anlıyoruz ki; Başbakan Erdoğan’ın son Mısır ziyaretinde de İsrail askerinin serbest bırakılması için MİT Müsteşarı Hakan Fidan devredeymiş... Bu elbette gizli bir süreç. Ve bu gizli süreç gösteriyor ki; Türkiye İsrail’le olan bütün gerilime rağmen el altından müzakere faaliyetlerini sürdürüyor.
BAKANLAR KURULU’NA GELEN ÖZEL TELEFON
Öğrendiğimiz bir başka bilgi de; son Bakanlar Kurulu toplantısında Davutoğlu’na gelen “acil telefon”dur... Arayan Hamas lideri Meşal, İsrailli askerin serbest bırakılmasıyla ilgili olumlu gelişmeyi iletiyor... Ve bu telefon da gösteriyor ki; Türkiye yine aktif müzakere zemini olmak için çaba gösteriyor... İşte bunun için soruyorum:
Bugün Arap Baharı’yla birlikte her koşulda model ülke konumunda olan Türkiye, tekrar Mavi Marmara öncesindeki “aktif müzakere” günlerine dönse; Mavi Marmara gemisini yine de gönderir miydi? Ya da; Acaba Davutoğlu bu tutanakları hatırladığında; “Keşke” diye başlayan cümleler kuruyor mudur?