Paylaş
Sokaktaki sesi yani.
Çünkü ilk kez bir CHP Genel Başkanı nazikçe diyor ki:
“Arkadaşlar seçim geliyor. Halkın içinde olalım. Sosyal içicilik zamanı değil. Meyhane köşelerinde CHP konuşmayalım. Halka gidelim. Çalışalım. Anlatalım. CHP halkın partisidir.”
Kılıçdaroğlu İzmir’de topladığı bütün bölge yöneticilerine yapıyor bu uyarıyı.
Ve bu uyarı CHP içinde nasıl bir değişim var sorusunun, sokaktaki en pratik cevabı oluyor.
Aslında mesele basit bir “yeme içme yasağı” değildir.
Derindir. Teorik tartışmaları bir kenara bırakırsanız yeni CHP’nin hayata yönelik önemli bir işaretidir.
Yoksa “değişim” sözü yıllardır bir sakız gibi çiğneniyordu.
Kürt meselesi ve çözüm arayışları, BDP’yle temas, Güneydoğu gezileri ve daha birçok konuda salon tartışmaları yani. Bunların hepsi biliniyor. Yıllardır söyleniyor.
Ama ben ilk kez bir CHP Genel Başkanı’ndan böyle bir uyarı duyuyorum:
“Partimizi meyhane köşelerinde tartışmayalım!”
Nasıl yani?
Kime gidiyor bu sözler:
- Lokantaların arka masalarında “Ne olacak memleketin hali” diyen şehla bakışlara...
- Rakıdan bir yudum alıp, “Bizim il başkanı da...” diye devam eden kıskanç seslere.
- “Olmuyor arkadaş. Halka açılmamız lazım” diyen parti komiserlerine..
- “Bu başkan örgütü tanımıyor” eleştirisinin üzerine beyaz peynir kavun takviyesi yapanlara.
Aslına bakarsanız sosyal demokrat partilerde biraz da gelenektir bu.Ankara’nın Tavukçusu’nda ön kurultaylar yapılırdı mesela.
İzmir’de Kordon lokantaları.
Bir de hoşluğu vardı. Ama sonradan ipin ucu kaçtı.
Kılıçdaroğlu’nun bu tavrı bana Ecevit’i hatırlattı. Çünkü Ecevit de uzak tutardı örgütü bu tür ortamlardan. Meyhane mezesi olmaktan. Şimdi bakıyorum Kılıçdaroğlu da benzeri bir çizgiyi izliyor. Ve bunu ilk kez örgütüne söylüyor.
Bunun açık anlamı şudur:
- Tembelliği bırakalım. CHP’yi meyhanelere meze etmeyin.
Çok dikkat çekicidir bu tavır.
Bitmek tükenmek bilmeyen teorik tartışmalardan çok, değişim isteğinin sokağa çıkışı gibi geliyor.
İKİNCİ YAZI:
‘El insaf Deniz Bey’
BU hafta CHP haftası. Bu nedenle kurultaya yoğunlaşıyorum.
Tartışma şu:
Kılıçdaroğlu tek bir listeyle blok halinde çıkmak istiyor. Baykal “Çarşaf liste olsun” diyor.
Çarşaf listede delege PM üyesini çok daha fazla aday içinden seçebiliyor. Blok listede ise delege istemediği isimleri seçmek zorunda kalıyor.
Elbette çarşaf liste daha demokratiktir.
Dün bu soruyu CHP yönetiminden bir kişiye soruyorum.
Sesine ağır bir sitem yüklüyor ve “El insaf Deniz Bey!” diye başlıyor:
“Şu andaki CHP tüzüğü ne diyor? Genel Başkan blok liste çıkartsın diyor. Peki bu tüzüğü kim yaptırdı? Deniz Bey. Şimdi bu durumda Deniz Bey nasıl olur da çarşaf liste ister. Kendisi genel başkan olunca blok liste, olmayınca çarşaf liste. İşte bu yüzden el insaf.”
Bu sözlere diyecek bir şey yok. Gerçeği o kadar net anlatıyor ki.
Deniz Baykal’ı yıllardır tanıyorum. Bırakmak istemediğini biliyorum. En azından böylesine “etik dışı” bir yöntemle siyasetin dışına düşmeyi içine sindiremediğini de biliyorum.
Ama bunun yolu kendisine, “el insaf” dedirtecek bir çifte standarda düşmek değildir.
Baykal yanlış yapıyor. Zorluyor.
Mesela Kılıçdaroğlu ile görüşmeye giderken yanına Mehmet Sevigen, Yılmaz Ateş gibi isimleri alarak bir hizip görüntüsü veriyor.
Oysa bunun yerine tevazu içinde bir “parti büyüğü” rahatlığı gösterse çok daha yakışacak.
ÜÇÜNCÜ YAZI:
O annenin sesi
KALBİN kıyısından, çok uzaklardaki bize doğru bir annenin sesi:
“Ne olur çocuğumu bırakın. Çıkartın hapisten!”
Pankart açtı diye tutuklanmıştı genç öğrenci.
Anne taşlaşmış bir düzene doğru günlerdir yalvarıyordu:
“Ne olur. Ne olur...”
Ama duymadık.
Hepimizi kuşatan o “küflenmiş sağırlık” tıkadı ruhumuzu.
Polis gencin evinde arama yapıyor. “Örgütsel dokümanlar” buluyor.
Yıllardır her polis baskınından sonra duyarız bu sözü.
“Ve çok sayıda örgütsel doküman...”
Peki nedir bu “örgütsel doküman”?
Suikast krokisi mi? Cephanelik adresi mi?
Silah desen silah değil. Bomba desen bomba değil.
Örgütsel doküman!!!
Diyelim ki PKK’nın bir bildirisi. Ya da Öcalan’dan sözler...
Tamam da, Öcalan her gün avukatları aracılığıyla bütün Türkiye’ye doküman yağdırıyor.
Bırakın dokümanı, talimat, şart, tehdit yağdırıyor.
Ama pankart açan çocuk o dokümanla tutuklanıyor. Eğer örgütsel doküman buysa gerçekten çok yazık.
12 Eylül öncesi üzerinde işçi resimleri bulunan dergiler “örgütsel doküman” diye mahkemeye sunulurdu.
Mesela Nâzım Hikmet şiiri örgütsel dokümandı. Bir de meşhur, “altıncı Lenin” vardı.
Mesela Risale-i Nur da bir örgütsel suç dokümanıydı.
Tutuklu gençler bu örgütsel dokümanlar nedeniyle aylarca hakim karşısına çıkmayı beklerlerdi.
Bugüne geldik;
Daha fazla demokrasi diye 12 Eylül’ü silmek üzere referandum yaptık.
Ama şimdi 12 Eylül benzeri uygulamaların içinde boğuluyoruz.
İşte bu yüzden o annenin çığlığı önemlidir.
Ve işte bu yüzden o anne; tutuklandıktan sonra aylarca hakim karşısına çıkmayı bekleyen herkes için soruyor:
- Neredesiniz, ey ileri demokratlar? Siyasetçiler?
- Neredesiniz anneler?
- Neredesin medya?
Paylaş