Gündemde ne “Kürt açılımı” var, ne de “açılım” umudu.
Ortam gergin, tıpkı bugünler gibi.
Bir yanda şehit cenazeleri, diğer yanda Kuzey Irak’a müdahale çağrıları...
Bir grup aydın İstanbul’da toplanmış enine boyuna “Kürt sorunu nasıl çözülür?”ü tartışıyor.
* * *
Böyle zamanlarda konjonktürün esiri olmadan konuşmak zordur.
Bazı katılımcılar “Kürt sorunu” tanımlamasına itiraz ediyor.
“Ne demek ‘Kürt sorunu’ sanki bu sorun Kürtlerin sorunuymuş ya da tek başına Kürtler tarafından çıkarılmış gibi!”
Anlaşılır bir itiraz...
Ne de olsa bir sorunu isimlendirmek çözüm ya da çözümsüzlüğün yarısı demek.
* * *
Ayrıca bu tanımlamaya bambaşka sebeplerle resmi ağızlar da karşı.
Onların derdi “sorun” kısmıyla değil “Kürt” kelimesiyle.
Uzun yıllar resmi söylem bu sorunun ne etnik ne de siyasi boyutunu kabul etti.
Hâlâ da edilebilmiş değil.
Hatırlayın Başbakan “Kürt açılımı” diye çıktı yola, tepkiler karşısında önce ‘demokratik açılım’ sonra da ‘milli birlik ve kardeşlik projesi”ne döndü.
Anlayacağınız dil sorunu hâlâ çözülebilmiş değil.
Çünkü hâlâ bu meseleyi feodal yapı, geri kalmışlık ve teröre indirgeyenler var.
Elbette bir yanı bölgenin sosyal dokusu, ekonomi ve güvenlikle ilgili.
Fakat bunlarla sınırlı değil.
Sorununun özü “kimlik” meselesi.
* * *
Kürt kimliğinin kültürel boyutuna itiraz eden yok.
Hatırlayın İlker Başbuğ bile Harp Akademileri’nde yaptığı konuşmada bireysel ve kültürel anlamda kimlik taleplerinin karşılanması gerektiğini söylemişti.
“Yeter ki bireysel ve kültürel boyutta kalsın, grup talebine dönüşmesin...”
Akıntıya kürek çekmek gibi ama bu da bir aşama.
Kürt dilinin, Kürt kimliğinin, hatta Kürt müziğinin yasak olduğu günlerden geldik buraya.
* * *
Fakat memleketin batı yakasında yetersiz de olsa yol alınırken, geçmişin asimilasyon politikaları diğer yakada başka uçların yeşermesine sebep oldu.
Bunun en çarpıcı örneğini o gün o toplantıda yaşadım.
Bir ara söz “Kardelenler” ve “Baba beni okula gönder” kampanyasına geldi.
Hiç unutmuyorum Kürt bir katılımcı; “Bu bir asimilasyon ve Türkleştirme projesidir” dedi.
Konuşan kendi ilinin ilk ve tek kadın avukatıydı.
* * *
Amacı, “kız çocuklarının okula gitmesi” olan özel sektör destekli bir kampanyayı hele de o bölgeden çıkan bir kadın olarak “devletin Kürt kızlarını devşirme projesi” olarak nitelemesi birçoğumuzu şaşırttı.
Öyle ki bir ara “Kızım olsa bu kampanyalar sayesinde okuma imkânına kavuşmasındansa hiç okumamasını tercih ederdim” dedi.
“Asimile edilmiş eğitimli bir Kürt kızı olacağına asimile olmamış eğitimsiz bir Kürt kızı olsun daha iyi!”
“Sözün bittiği yer” diyeceğim ama hayır bitmiyor bence tam da buradan başlayarak tartışmamız gerekiyor.
Çünkü ‘haklı ve makul talepler’ karşılandıkça ‘makul olmayan haksız talepler’ kabak gibi açığa çıkıyor.
* * *
Kürt Dili ve Eğitim Hareketi (TZP) platformunun anadilde eğitim talebiyle başlattığı ‘okulları boykot’ çağrısına dün Güneydoğu’da çok farklı tepkiler vardı.
BDP’nin de desteklediği boykot Hakkari ve Şırnak’ta etkili olurken Diyarbakır dâhil hiçbir kentte karşılık bulamadı.
Peki neden?
Bölge halkı çocuklarının anadilde eğitim alabilmesini istemiyor mu, elbette istiyor.
Ama PKK, BDP ya da TZP’nin her defasında çocukları cepheye sürmesi artık Kürtleri de yıldırmış durumda.
Taş atan çocuklar, mayına kurban giden çocuklar.
Referandumdan sonra şimdi de boykotçu çocuklar...
Ama bakın artık işe yaramıyor.
En makul talepler bile istismarla sonuç alamıyor.
Şiddete rağmen makul çoğunluk ülkenin hem batısı hem de doğusunda boy gösteriyor.
* * *
Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu bile talebi bastırmak yerine çocukların istismarını eleştirmiş...
“Aslında bu siyasi talep (anadilde eğitim hakkı) her zeminde dile getirilebilir, demokratik bir ülkede yasıyoruz ama bunun malzemesi olarak çocuklar kullanılmamalı. Çünkü bu çocuklar sadece anne ve babalarına ait değiller. Eğitim haklarını hiç kimse ellerinden alamaz.’