HÜRRİYET Ankara Temsilcisi Enis Berberoğlu, 7 Haziran günü beyaz bir zarf aldı.
Zarf, 5 Haziran günü İstanbul Göztepe’den postaya verilmişti.
Üzerinde "A-1988" kodları okunuyordu.
İkinci ilginç ayrıntı ise şuydu:
Enis Berberoğlu, Hürriyet’in Ankara Temsilcisi olduğu halde, zarf, "Hürriyet Medya Towers" adresiyle İstanbul’a gönderilmişti.
Zarfın üzerindeki adres el yazısıyla değil, bilgisayarla yazılmıştı.
* * *
Zarfın içinden iki adet fotoğraf çıktı.
Bunlar, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ’a aitti.
Orgeneral Başbuğ’un üzerinde trençkot ve başında bir kasket vardı.
Kara Kuvvetleri Komutanı, Kudüs’te Ağlama Duvarı önündeydi ve ellerini duvara dayamıştı.
Berberoğlu hemen beni arayıp durumu anlattı.
Biraz sonra fotoğraflar önümdeydi.
Belli ki, Başbuğ’un Genelkurmay Başkanlığı’nın önünü kesmek isteyen bir ekip harekete geçmiş ve medyaya "servis yapmaya" başlamıştı.
Başka gazetelere de aynı servisin yapıldığından emindim.
Nitekim iki üç gün sonra, Milliyet Gazetesi ve Star TV’ye de aynı fotoğrafların gittiğini öğrendim.
AKP’ye yakın bazı yayın kurullarına gönderildiğini tahmin ediyorduk.
En azından üç medya grubuna gittiğini de öğrendim.
Biz fotoğrafı kullanmama kararı aldık.
Öteki medya kuruluşları da aynı şeyi yaptı.
Buna hükümete yakın medya kuruluşları da dahil.
Tahminimiz, bu fotoğrafın malum bir gazetede çıkacağı yolundaydı.
Onda da yanılmadık.
Fotoğraf orada yayımlandı.
Ama Allah için, dinci gazetelerin bile çoğu buna tevessül etmedi.
* * *
Fotoğrafı yayımlamadık ama bunun tartışmasını da yapmamız lazım.
Mesela şu soruyu sormamız:
21’inci yüzyıl Türkiye’sinde, "Böyle bir fotoğrafla insanların yıpratılmasına müsaade edecek miyiz?"
Bu fotoğraftan medet umanlara şunu söylemek isterim:
Orgeneral Başbuğ’un Ağlama Duvarı’nın önünde böyle bir fotoğraf çektirmesinde ne gibi bir sakınca olabilir?
Daha doğrusu sakınca olabilir mi?
Aynı yere ben de gittim ve aynı şeyi ben de yaptım.
Bize, Müslümanlığın son din olduğu ve kendinden önceki peygamberleri tanıdığı öğretildi.
Başka bir dine ait kutsal bir mekána gitmek suçsa, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, İngiltere’de kiliseye gittiğini ve namazını orada kıldığını anlatmasına ne diyeceğiz?
Hıristiyanlığın en büyük ruhani lideri olan Papa’nın Sultanahmet Camii’nde ellerini Müslümanlara özgü biçimde kaldırarak dua etmesini neyle açıklayacağız?
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın, İspanya Başbakanı ile birlikte "Medeniyetler İttifakı" çerçevesinde yaptığı çalışmaları da siyasetin günlük kanalizasyonlarına atıp kapkara hale mi getireceğiz?
Ya Ada’da, İzmir Meryemana’da, Hıristiyanlara ait kutsal yerleri ziyaret eden on binlerce Türk?
Başı türbanlılar da dahil olmak üzere hepsini "gávur" mu ilan edeceğiz?
Artık hiçbir İslam ülkesinde bu ilkelliğe rastlamıyoruz.
Müslümanlar, Siyonizm ile Yahudiliğin kutsal görünümlerini birbirinden ayırmayı çok iyi öğrendi.
* * *
Bizim gençliğimiz, "Beyaz Zambaklar Ülkesi" kitabının romantizminin gölgesinde geçti.
Şimdiyse ülkemiz artık, beyaz zarflar içinden çıkan kara propagandaların kábusunu yaşıyor.
Yazık...
Siyasi mücadele bu kadar ayaklar altına düşmemeliydi.
Bu tür Bizans oyunları, karanlık, belden aşağı vuruşlar, 20’nci yüzyılda kalmalıydı.
Yine de bir tesellim var.
Gazete ve televizyonların çok büyük çoğunluğunun bu kötü propagandaya alet olmaması, bende umut ışığı yaktı.
Türk siyasetinin ve demokrasisinin sağlam temelleri işte bu ahlaki davranış üzerinde kurulacaktır.
Ve son bir nokta. O yıl Başbuğ aynı gezide Mescid-i Aksa’ya da gitti. Orada da fotoğrafı çekildi. Acaba "beyaz zarfçılar" o fotoğrafı da niye "servise koymadı"? "Pis işlerine" gelmediği için mi?..