Paylaş
“Gelin 6 ülke bir platform oluşturalım. Rusya, Türkiye, Azerbaycan, İran, Ermenistan ve Gürcistan.”
*
“Bu platformla birlikte artık bölgede bir sükûnet meydana gelsin, düşmanlıklar kalksın.”
*
“Gürcistan’ın bazı kendine has sualleri vardı. Son Türkiye ziyaretinde tekrar konuştuk. Bu Gürcistan’ın da lehine olacaktır.”
*
“Bu bölgenin barışa ihtiyacı var, bunu başarmamız lazım. Ermenistan, Azerbaycan’la problemlerini çözdükçe Türkiye olarak gereken adımları atacağız.”
*
“Bir daha Kafkasya’nın boynuna kimsenin esaret zinciri vurmaması için önümüze çıkan fırsatları en iyi şekilde değerlendirmeliyiz.”
Bu sözler bana güzel ve umut verici görünüyor.
Çünkü Kafkasya’nın kalkınması için gerçekten böyle bir işbirliğine ihtiyaç var...
Üstelik 3 Hıristiyan, üç Müslüman ülkenin bunu gerçekleştirmesi bütün dünya için de çok güzel bir mesaj olabilir.
Bence ortadaki sorun Ermenistan’ın şu sıra kendini “Yenilmiş bir psikolojide” hissetmesi.
Karşısındaki Türkiye ve Azerbaycan ise “Yenmiş” bir duyguyla bu sözleri söylüyor.
Yani “kazananın yenilene uzattığı bir el” bu...
*
Peki bu el sıkılır mı?
Kendimi Erivan’da yaşayan bir Ermeni yerine koyuyorum...
Bu maço coğrafyada kolay bir duygu değil elbet bu...
Yine de şöyle bir muhakeme yararlı olabilir...
Ermenistan’ın çevresinde iki büyük ekonomi var.
Biri Rusya öteki Türkiye...
Rusya dünyayla entegre bir ekonomi değil.
Ama Türkiye Ermenistan için dünya ekonomisine açılış kapısı...
Bu kapının açılması Ermeni gençlerine yeni bir dünyanın kapısını da açacaktır.
*
Yok “Benim gururum bunu kaldıramaz” derseniz, daha bir 30 yıl, kapalı bir ülke olarak kalacaksınız...
Ben şuna yürekten inanıyorum...
Türkiye ve Ermenistan psikolojik duygularını aşabilirlerse dünyanın en yararlı ilişkisini kurabilirler.
Atatürk ve Venizelos, Türkiye topraklarının üçte ikisinin işgal edildiği bir savaştan sonra birbirlerinin ellerini sıktılar.
KAFKASYA’NIN ARNAVUTLUK’U OLMAK VEYA DÜNYAYA AÇILMAK
UMARIM bir Ermeni internet sitesi, gazetesi, haber kanalı Türkiye’den gelecek böyle yazıları Ermeniceye çevirir ve tartışmaya açar...
Hepimizin yeni bir “21’inci yüzyıl gerçekçiliğine” ve pragmatizmine ihtiyacımız var.
Yoksa hep birlikte bu yüzyılı ıskalayacağız.
Bunu gerçekleştirmenin iki yolu da şu:
Türkiye ve Azerbaycan, artık Karabağ Savaşı üzerinden kahramanlık menkıbeleri yazarak kışkırtıcı bir psikolojiye itibar etmeyip, zafer duygusunu makul bir seviyede tutmalı.
Ermenistan da yıllardır, kendisini bir zamanların Arnavutluk’una çeviren, dünyaya kapalı bir ülke haline getiren bu gururunu kontrol edebilmeli.
HABABAM SINIFI’NIN MÜZİĞİ İLE TENEFFÜSTEN DÖNMEK
Eşim Tansu anlattı...
Hafta başında Muğla’dan geçerken kırmızı ışıkta durmuş.
Tam o sırada yolun kenarındaki bir ilkokuldan Hababam Sınıfı’nın hepimizin hafızasına kazınan müziği başlamış.
Biraz sonra da mikrofondan bir ses:
“Çocuklar ders arası bitti yine sınıflara giriyoruz...”
Tansu, “O kadar hoşuma gitti ki, neredeyse sevinçten ağlayacaktım” dedi.
Bir kere daha anlıyorum ki hâlâ bizi bir millet haline getiren ortak hafızamız var...
Ama bakın bu ortak hafızayı hâlâ kimler taşıyor bize...
Bir zamanlar komünist diye damgalanan Rıfat Ilgaz gibi yazarların, Ertem Eğilmez gibi yönetmenlerin, Tarık Akan gibi askeri darbelerde hapislere atılan harika oyuncularımızın bize bıraktığı çocukluk hayalleri bunlar...
*
Ne kadar masum kalıyorlar değil mi bugün gördüklerimiz, yaşadıklarımız, işittiklerimiz karşısında...
Yeni Türkiye maalesef bize ortak hatıralar değil, sadece nefret ve düşmanlıklar, bölünmüşlükler bırakıyor şimdilik...
Ve hâlâ bizi birleştiren ortak hatıratımızın güzel enstantanelerini Hababam Sınıfı’nda, Selda Bağcan’ların “O Günler” şarkılarında, Erol Evgin’lerin “İşte
Öyle Bir Şeyler”inde buluyoruz...
*
İyi ki o masum yıllarımız varmış....
Ve iyi ki okullarımızın ders aralarında bu ortak hafıza nesilden nesile aktarılıyor.
Muğla’da adını bilmediğim o okulda çocuklarına bu güzel müziği anlatan yöneticiler kimse, onlara binlerce teşekkür...
İKİ KİŞİ ARASINDAKİ AŞK MEKTUPLARINI OKUMAK RÖNTGENCİLİK SAYILIR MI
EDİP Cansever’in Alev Ebüzziya’ya yazdığı 123 aşk mektubu ile ilgili haberi okurken aklımdan geçen cümle şuydu:
“Ne de yakışıyorlar birbirlerine...”
*
Aşk mektuplarını çok severim...
Hele hele yazan âşık bir şairse...
Hani Edip Cansever’in “Adsız Bir Çiçek” şiirinde dediği gibi:
“Sevgilim
Bana ‘sen bir şairsin’ dediğin zaman
Yalnız sana yazıyorum bu şiiri” diyen bir adamsa...
Alır beni götürür...
*
Ancak aşk mektuplarını her okuduğumda bir yandan çok keyif alırım, bir yandan da biraz utanırım.
Çünkü âşık bir insan aşk mektubu yazarken kor bırakır kendini...
Dilinin ve ruhunun hiçbir kelimesini esirgemez... “Ya bir üçüncü kişi okursa” diye bir sansür aklının ucundan bile geçmez...
O nedenle onların dışındaki kişilerin bu mektupların yayınlanmasına izin vermesi doğru mudur?
Hele hele taraflardan biri kendindeki mektupları yakmışsa...
Bir de şunu düşünürüm hep:
Bizim yaptığımız da bir tür röntgencilik midir...
Bende cevabı yok...
Yani Alma Mahler’in yazdığı mektupları bile arsızca okumaya devam ediyorum...
ALMAN OKULUNDAN PEKİYİ İLE MEZUN BİR MÜSLÜMAN DİN İNSANINA HAZIR MISINIZ
ALMAN İçişleri Bakanlığı ve Aşağı Saksonya Eyaleti Bilim Bakanlığı ilk defa bir “İslam Koleji” açılmasını kararlaştırmış.
Bu kolejin amacı Osnabrück Üniversitesi çatısı altında bir “Müslüman din insanı yetiştirmek” olarak belirlenmiş.
Yani Almanya artık kendi ülkesindeki Müslüman ibadet mekânlarında çalışacak din görevlilerini kendi ülkesinde yetiştirecek.
Bunu ülkedeki çeşitli İslam kuruluşları desteklerken, Ankara’ya bağlı “Diyanet İşleri Türk İslam Birliği” mesafeli davranıyormuş.
Bence tam aksini düşünmek gerekir.
Demek ki Almanya artık kendi ülkesindeki Müslüman vatandaşlarını, gerçek birer vatandaş olarak görüp onların dini vecibeleri ile ilgili eğitimi de üstleniyor.
Bunlar güzel gelişmeler değil mi...
EMRE KONUK HOCA NİYE SİYASETÇİLERİ DE SAYMADI
DÜN Elif Dürüst’ün programında konuşan Emre Konuk hocanın toplumu değiştirici güç olarak saymadığı bir kesim daha var.
Siyasetçiler...
Oysa onlar hem demokratik ülkelerde hem de totaliter diktatörlüklerde “toplumu köklü biçimde değiştirmeye talip olarak” iktidara geliyorlar.
Birinde oy isterken bunu vaat ediyorlar...
Birinde devrim veya darbe ile bunu getireceklerini vadediyorlar.
Öyleyse Emre Konuk’un yaptığı analizde bu bir eksik değil mi?
Hayır değil...
Çünkü artık dünyanın her yerinde siyasetçiler ister demokrat olsun ister diktatör, hepsi muazzam bir tutuculuğun ajanı haline geldiler...
Sovyet Devrimi “toplumdaki üretim ilişkilerini köklü sicimde değiştirme” iddiasıyla geldi, ama halkına vere vere kanlı bir “Stalin diktatörlüğü” verdi.
21’inci yüzyılın seçimle gelen popülist liderlerinin halklarına vaat ettikleri ile verdiklerini de Venezuela’da, Nikaragua’da görüyoruz...
Tam aksine toplumları geri götüren bir zihniyetin temsilcileri haline dönüştüler...
Ne yazık ki 21’inci yüzyılda siyaset vizyonunu tamamen kaybediyor ve meydan kutuplaştırıcı bir nefret ve ihtirasa kalıyor.
Paylaş