Paylaş
“Ertuğrul Bey hayrola ne işiniz var Yemen’de?”
Devam ediyor: “Ben iş için gidiyorum ama çok tehlikeli, ‘otelden çıkmayın’ diyorlar.”
Nasıl anlatayım ki… “Kader 10 yıldan beri beni bu ülkeye çağırıyor” desem ne ifade edecek? Üstelik ben Yemen’e değil Şibam’a gidiyorum.
Bunu söylesen ne ifade eder…
“Ziyaret” deyip kapatıyorum.
BİR HAC FARİZASI GİBİ
Her şey bundan 10 yıl kadar önce National Geographic dergisinde gördüğüm fotoğraflarla başladı.
Çölün ortasında, kayaların tepesine kurulmuş bir kasaba…
Bana ‘Games of Thrones’ dizisindeki, duvarın öteki tarafındaki esrarengiz ülkeyi hatırlatıyor.
Adı Şibam… Dünyanın en ücra köşeleri bile bana artık Discovery Channel ile Disneyland arası bir şey gibi görünmeye başladığı için, Şibam karşı konulmaz bir tutku haline dönüşmeye başladı. Önüme gelene burayı anlatıyordum. İnsanlar şaşkın gözlerle yüzüme bakıyorlardı.
Bir hac farizası gibi ruhuma yapışmıştı Şibam.
Başımı alıp gideceğim, Türkiye’nin içime basan sıkıntısından kurtulacağım, huzuru bulacağım bir Kâbe’ye dönüşmüştü.
Kendi içimdeki Kâbe’ye gidecek, o Kâbe’yi kendim kurup, tek başıma kendi etrafımda tavaf edecektim.
Kendimden orada kurtulacak, yeni kendimi orada bulacak; orada çölün ortasında, gökyüzüne bakıp, “Enel Hak” diye haykıracak, bütün ağırlıklarımı atacaktım.
KENDİMİ OYALIYORDUM
Bundan bir süre önce New York Times’ın cumartesi ekinin kapağında tam sayfa Yemen vardı.
Üzerinde de şu manşet:
‘The next Afghanistan?’…
Yani ‘Bundan sonraki Afganistan mı?’… Caydıramadı…
Kime danışsam, “Sakın gitme, çok tehlikeli” diyordu. Yine caymadım.
Ama bu yıl içimdeki arzu, saplantıya dönüştü. Bir gün kendimi bağlamak için bir televizyon kanalının canlı yayınında, “Ölüm çağırsa bile gideceğim” dedim.
10 yıldır kendimi oyalıyordum. Kendi kendime yalan söylüyordum. Gitmek istediğimi söylediğim zaman artık kimse inanmıyordu.
Artık kendimi kendime ispatlamam lazımdı… Uçak Sana’a’ya doğru alçalırken de kendi kendime soruyordum:
Nedir bu tutku? Macera mı?
Hayır… Zerre kadar macera tutkusu değil.
Gazetecilik mi? Zerre kadar değil…
Görünmeyen bir davet; karşı koyamayacağım bir çağrı…
Belki de aradığımı bile bilmediğim bir şeyi bulmak…
Belki de ‘birinci tekil şahsımı’ gömeceğim isimsiz bir mezarı kazmak…
Görmek istiyordum, bilmek istiyordum.
Orası Amerikalıların gördüğü ‘yeni cehennem mi’; yoksa kalbimin görmek istediği ‘yeni cennet mi’?
Yanımda, yıllardır birçok yere gittiğim harika fotoğraf gazetecisi Sebati Karakurt…
Bir de Pink Floyd…
Buyrun Şibam kapısından Yemen’e giriyoruz.
Otelin kapısından çıktığımda gördüğüm ilk şey üzerine ağır makineli tüfek monte edilmiş bir kamyonet oluyor.
Ortadoğu ve Afrika’da son yıllarda gördüğümüz en klasik fotoğraf bu. Başını ve yüzünü poşuyla sarmış bir asker, makineliyi sıkıca tutmuş, otelin dış tarafına bakıyor.
Yanında dört asker daha var. Şoför ve yanındakiyle birlikte yedi kişi ediyor.
Hemen önündeyse bir polis aracı duruyor. İçinde dört görevli var. Seyun’da kaldığımız otelin kapısında bizi bekleyen manzara bu.
12 yıldan beri hayalini kurduğum, kafamda efsane haline getirdiğim Şibam’ı görmeye gidiyorum.
HAYALLERİME MAD MAX KONVOYUYLA GİDİYORUM
Yemen, iç savaşın kenarından dönmüş. El Kaide ile başı dertte. Geçen yıllarda çok sayıda yabancı kaçırılmış, bazıları öldürülmüş.
Benim hayallerimle bu ülkenin gerçekleri ne yazık ki birbirini tutmuyor ve ben hayatımın en heyecan verici yolculuklarından birine, Mad Max filmini hatırlatan bir askeri konvoyla çıkıyorum.
Yemen’in Hadramut eyaletinin vali yardımcısı güvenliğimizi ancak böyle sağlayabileceğini söylüyor.
Hadramut, Yemen’in güneyinde, sahile paralel uzanan 165 kilometrelik bir bölge.
2011’de Arap Baharı’ndan sonra burada patlayan olaylar ve onu izleyen terör dönemi ülkenin en büyük gelir kaynaklarından biri olan turizmi neredeyse sıfıra indirmiş.
ŞEHİRDEKİ TEK AÇIK OTELİN TEK MÜŞTERİSİ BİZLERİZ
Seyun şehrinin tek açık otelinin tek müşterisi biziz. Artık otele kimse gelmiyor ama personeli hiç gelmeyen müşteriler için oteli her gün yeniden hazırlıyor. Avludaki yüzme havuzunun, sokaklardaki çöp yığınlarına ve pisliğe meydan okuyan tertemiz suları hiç atılmayan kulaçları bekliyor.
İnsan, tuhaf bir yaratık. İçimdeki heyecan ağır basıyor ve bu ülkenin hüznünü ve dramatik gerçeklerini bir anda unutturuyor. Yola koyuluyoruz. iPod’umda Wagner çalıyor. Tannhauser dinleyerek Şibam’a gidiyorum.
Seyun’dan Aden şehrine giden yolun iki yanı yarı çöl, yarı maki bir görünümde.
Bu tekdüzeliği seyrek hurma ağaçları bozuyor. Yolun iki tarafı hiç bitmeyen çöplerle kaplı. O torbaların ne olduğunu Yemen’in başkenti Sana’a’da anlayacağım.
Tuhaf bir coğrafyada ilerleyen konvoyumuz, bir Mad Max filminin legosunu tamamlıyor. Nükleer savaştan kurtulmuş ekibimiz, enkaz haline gelmiş bir dünyada kayıp şehrini arıyor.
O ANDA KARŞIMA ÇÖLDE BİR POSİTANO ÇIKIYOR
O kayıp şehrin silueti 19’uncu kilometrede aniden önümüze çıkıyor. 12 yıldır bu şehrin o kadar çok fotoğrafına bakmışım ki, daha silueti görür görmez her binayı kendi elimle koymuş gibi buluyorum.
Şibam karşımda. Dünyanın kerpiçten inşa edilmiş ilk apartmanlar şehri burası. Ama bana göre, çölün ortasındaki Positano… Yani Napoli yakınındaki sahilde dağlara yapılmış evleri andırıyor.
Yoldan ayrılıp, çöle girince, makineli tüfeği taşıyan araç kuma saplanıyor. Askerler anında atlayıp, görünmeyen bir düşmana karşı mevzileniyor.
Bense sakinim. Karşımda Şibam şehri duruyor.
Kendimden geçmiş vaziyette, insan elinin yaratabileceği en güzel estetik siluetlerden birini seyrediyorum. Birazdan içine gireceğim. Sokaklarını dolaşacağım. Hayallerimin Kabe’sini tavaf edeceğim.
KAPIDAN İÇERİ GİRİNCİ ÖNÜME BİR BİLİMKURGU FİLMİ ÇIKIYOR
Hafifçe yukarı çıkıp, şehrin dört kapısından birinin önüne geliyoruz. Ana kapı burası, eskiden burada iki kapı varmış. Biri büyük, öteki küçük. Küçük olanı insanların, büyüğüyse develerin geçmesi için yapılmış.
Şehrin kapıları gece saat 22.00’den sonra kapatılırmış.
O saatten sonra şehre ne girilebilir ne de çıkılabilirmiş.
Kapının tam karşısında bir kerpiç tuğla atölyesi çalışıyor. 700 yıl önceki metotlarla kerpiç tuğlalar üretiliyor.
Burası, muazzam bir plaja yapılmış, kumdan kaleler şehri.
Burada tabiat ve insan el ele çalışmış. Binalar, coğrafyanın devamı. Tabiat hiç bitmiyor, ev haline dönüşüyor.
Hayranlıkla seyrederken, bu şehrin bana neyi hatırlattığını keşfediyorum. Burası “Ayın karanlık yüzüne kurulmuş dev bir kum saati…”
Tabiatın verdiği kilden yapılmış evlerin her biri kum saati. Bina yapıldığı anda saatin kumları aşağı kaymaya başlıyor. Binalar zamanla savaşmıyor, direnmiyor, zamanın kendisi oluyor.
Binaların birisi kum saati gibi erirken, başka bir yerde yenisini yapıyor. Böylece kum saatinin birinin kumları tamamen aşağı inerken, yan tarafta bir başka saat tersine çevriliyor ve hayat yeniden başlıyor.
ALLAH YABANCILARI ALIP BU ŞEHRİ TERK ETMİŞ
İman etmiş bir hacı gibiyim. Huşu içinde sokakları dolaşıyorum. Binaların duvarlarını okşuyorum. Bunu yapan insanoğlunun tahayyülünü ve estetik duygusunu hissetmeye çalışıyorum.
Şehir çok güzel ama çok hüzünlü. UNESCO burayı ‘Dünya Kültürel Mirası’ olarak ilan ettikten sonra, halk büyük umutlara kapılmış. Bir Alman Vakfı şehirin altyapısını yapmak üzere çalışmaya başlamış. Terör başlayınca onlar da terketmiş. Sadece insanlar değil, sanki Allah da bu şehri terk etmiş gibi.
Bu şehir sadece bir estetik harikası değil. Aynı zamanda müthiş bir şehircilik geometrisine sahip.
Yüksek binalar arasında kaybolmuş daracık sokaklar, geniş meydanlara açılıyor.
Şehrin hiçbir sokağı, hiçbir meydanı birbirinin kopyası değil. Her sokak başka bir manzaraya açılıyor.
Bir de kapılar… Her biri birbirinden faklı, her biri bir zanaatkârın elinden çıkmış kapılar.
AFGANİSTAN’DA KADINI SAKLAYAN BURKA BURADA HÜZNÜNÜ SAKLIYOR
Şehirde her şey çevredeki tabiatın renginde. Yani kil, toprak rengi…
Sadece binaların üst kısımları beyaza boyanıyor. Kil ve beyazın ne kadar ahenkli olduğunu orada bir kere daha görüyorum.
Hadramut Vadisi’ndeki bütün şehirlerin tozlu kil rengini kıran tek mekânsa camiler… Vadideki her şehrin orta yerinde göz boyayıcı bir estetik abidesi gibi yükseliyorlar.
Şehir olağanüstü güzel. Üzerine çöken çöl tozu, onu sanki tül bir perdenin arkasına saklıyor.
Afganistan’da kadınları saklayan siyah burkalar, bu harikulade toprak dekorun önünde insana başka bir duygu veriyor.
Ama bu çok hüzünlü bir güzellik. Şibam hüzünlü bir şehir. Bir zamanlar bölgedeki en zengin insanların yaşadığı bu şehir, ölümünü bekleyen insanların sığınağına dönüşmüş.
Kadınlar sanki burka yerine o hüznü örtünmüşler. Hepsinin siluetleri ince ve güzel ama o ince siluetlerin yürüyüş kareografisi hüzün. Güzel gözleri ve gülüşleri bile çocukların yüzlerindeki hüznü silemiyor.
Şibam, müreffeh geçmişinin yasını tutuyor.
Çölün Manhattan’ı ama fiyatlar acayip düşük
Şibam, Yemen’in en ünlü tarihsel şehri. 7 bin nüfusu var. 1700 yıllık bir şehir. Şehrin en önemli özelliği, evlerinin tamamının kerpiçten yapılmış olması. Bunların özelliği 8-10 katlı binalar olması.
Bu evler 16’ncı yüzyılda yapılmaya başlamış. Dünyanın ilk apartman konseptinin burada doğduğu söyleniyor. O nedenle Batılı çevrelerde buraya ‘Çölün Manhattan’ı’ deniyor.
Binaların zemin ve birinci katlarında pencere yok. Buralarda erzak depolanıyor ve küçükbaş hayvanlar barınıyor. İkinci ve üçüncü katlar erkeklere, dört ve beşinci katlarsa genellikle kadınlara ayrılıyor.
Binaların dış sıvasında kaya tozları ve sönmüş kireç kullanılıyor. İç taraftaki duvar kaplamalarıysa kireç ve sabun karışımı bir malzemeden.
Her katta bir veya iki oda var. Alt katlar biraz daha geniş. Taşıyıcı madde çok sağlam olmadığı için, içleri labirent gibi. Odalar çok küçük. Tamamen kerpiçten yapıldığı için, büyük mekânları ayakta tutabilmek mümkün değil. O nedenle çok sayıda taşıyıcı duvar var.
Kerpiç evler her yıl yıpranıyor ve o nedenle en fazla iki yılda bir tamir edilmeleri gerekiyor. Bu da yerli halk için pahalı bir iş.
Bir yandan terör, bir yandan sürekli tamirat, evlerin fiyatlarını çok düşürüyor.
Evlerde her katta bir tuvalet var. Tuvaletler, bizim apartmanlardaki çöp boşaltma boşluğuna benzer bir yere açılıyor. Atıklar direkt olarak zemindeki açık bir boşluğa gidiyor. Sonra çiftçiler gelip bunu alıyor ve gübre yapımında kullanıyor.
Hayallerimin şehrine geçen yıl sadece 18 yabancı gelmiş
Çölün ortasındaki şehrin başına beş yılda iki felaket geldi. Birincisi tabii felaket: 2008’de sel baskınına uğradı. Kumdan yapılmış bir şehrin başına gelebilecek en büyük felaket diyebilirsiniz.
Ama asıl felaket insan eliyle geldi. 2009’da El Kaide Güney Koreli turistlere canlı bomba saldırısı yaptı. Dört Güney Koreli öldü. Ve şehrin tek gelir kaynağı olan turizm bitti.
2009’a kadar Şibam’a yılda 20 bin turist geliyordu. Geçen yıl gelen yabancı sayısı sadece 18’di.
Bunların ikisi de Türkiye’nin Sana’a Büyükelçisi Fazlı Çorum ve oğlu Tuna’ydı.
Yemen’in yakın tarihi
İmam Yahya liderliğinde Osmanlı İmparatorluğu’na isyan bayrağı açan Yemen, I. Dünya Savaşı’nın sonunda imparatorluğun elinden çıktı. 1962’de ülkede askeri bir darbe yapılarak cumhuriyet ilan edildi. Ali Abdullah Salih, 1978’den 1990’a kadar Yemen Arap Cumhuriyeti’nin (Kuzey Yemen) Devlet Başkanı olarak görev yaptı. İngiltere’nin hâkimiyeti altındaki Güney Yemen de 1967’de bağımsızlığını ilan etti. 1990’da Kuzey ve Güney Yemen resmen birleşti. Salih birleşmeden sonra devlet başkanlığı görevine devam etti. Arap Baharı’nın etkisiyle Salih’in dikta rejimine karşı 2011’de halk ayaklanması başladı. Aylar süren ayaklanmanın sonunda Salih, 33 yıllık iktidarını bırakmak zorunda kaldı. Salih’in eski yardımcısı Abdurabbu Mansur Hadi, 21 Şubat 2012’de yapılan seçimle cumhurbaşkanı seçildi.
Şibam’a bakıp Floyd dinlerken hissettiklerim
Hayata dönmeyi hak eden kayıp bir hazine… Ayın ve Mars’ın yer yüzündeki gölgesi. Görülmesi gereken ‘sekizinci harika’…
Akşamüzeri Sebati ile birlikte şehrin karşı tarafındaki tepeye tırmanıp, orada güneşi batırıyoruz.
Şibam’ın silueti tam karşımızda, zamana meydana okuyan bir kum saatine dönüşüyor. Kumları dibe inmiş saat, ertesi sabah güneşle birlikte yeniden kurulmayı, yani ters çevrilmeyi beklemek üzere uykuya dalıyor.
iPod’umda Pink Floyd’un ‘Dark Side of the Moon’unun, ‘Time’ şarkısı başlıyor. Şarkının başındaki saat tıklamaları, kalbimin sesine dönüşüyor.
‘Dark Side of the Moon’un 40’ıncı yılı. Bense bir gün önce Sana’a’da yaş günümü kutlamıştım. Demek ki, o şarkıyı ilk dinlediğimde 25 yaşımdaymışım.
Zaman da karşımdaki kum saati gibi akmaya başlamış. Ve alın yazısı, o saati tersine çevirme kudretine sahip değil.
Bana verdiği büyük hüzüne rağmen, Şibam’ı gördüğüm için çok mutlu oluyorum.
Allah’a şükrediyorum.
YARIN HÜRRİYET’TE
Yemen’in en tehlikeli bölgesinde neler gördük?
Habersiz gittiğimiz din okulu Dar-ül Mustafa’da bizi nasıl karşıladılar? ‘Güleryüzlü İslam’ var mıdır?
Doğan Vadisi’ndeki mütevazı mezarı, Topkapı Sarayı’na bağlayan sır ne?
Paylaş