Yatışmış, ehlileşmiş, serinlemiş bir yazı

BU yazıyı yazmak için 3 hafta bekledim.

Oysa daha o an, içimden yazmak, haykırmak gelmişti.

“Günler, kötü günler. Ne olur ne olmaz, bekleyeyim” demiştim.
İyi ki beklemişim.
Gazetecilikte, anında tepki vermek iyi bir şeydir.
Bazen bekleyip, o tepkinin törpülenmesini beklemek daha iyi bir şeydir.
Bugün işte böyle, “yatışmış”, “ehlileşmiş”, “mantıkileşmiş” duygularla yazıyorum.
* * *
Bundan 3 hafta önce, Gazze’ye giden iki gemi İsrail askerleri tarafından Doğu Akdeniz’de durduruldu.
Biri, Kanada bandıralıydı ve adı “Tahrir”di.
Öteki İrlanda bayrağı taşıyordu...
İsrail askeri yetkilileri gemiye telsizle sordu:
“Nereden geliyorsunuz?”
Gemi cevap verdi:
“Türkiye’den...”
* * *
Etrafta olup biteni izleyen bir Türk bu haberi okuyunca neyi hatırlar?
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun 2 Eylül 2011 günü yaptığı o zehir zemberek açıklamayı, değil mi?
“Türkiye Doğu Akdeniz’de seyrüsefer güvenliğini sağlamak için önlem alacak.”
İçini de doldurdular.
Gerekirse donanmasını gönderecek, uçaklarını kaldıracak.
Peki ne oldu? İşte adam, bütün dünyanın gözü önünde 2 gemiyi daha durdurdu, limanlarına çekti.
* * *
O haberi okuyunca siz de benim hissettiklerimi hissetmediniz mi?
“Nerede kardeşim seyrüsefer özgürlüğünü sağlayacak büyük Türkiye’nin uçakları, gemileri, denizaltıları... Hani manşetlerden duyurulan o Barbaros’un torunlarının şanlı armadası?
Nerede o levendler, Doğu Akdeniz’i gaddar Netanyahu’ya dar edecek, ay yıldızlı insaniyet filosu?”
O günlerde Marmaris’in Sazlık Koyu’ndan demir alan bir Türk gemisi, Doğu Akdeniz semalarında bayrak dalgalandıran bir Türk F-16’sı vardı da biz mi duymadık.
Kandil’i PKK’ya dar eden gümbürtüleri her gün duyuyoruz da, Doğu Akdeniz’deki F-16’ların motorlarına susturucu mu takıldı?
Evet, Türk Hariciyesi’nin o zehir zemberek tadı henüz damağımdayken, bunları hissettim.
Yazımın başlığı da şöyle olacaktı:
“Hani nerede o Barbaros’un torunları...”
* * *
Yazmadım. Çünkü yanlış, çok yanlış, bir yazı olacaktı.
Ben yazmadım, başka kimse de yazmadı. Kimse, bu olayı Hariciye’nin suratına çarpmadı.
Korkudan veya pısmışlıktan değil; akıl, serinkanlılık, teenni ağır bastığı için.
Yazmadım... Çünkü Türkiye, orada doğru olanı yaptı.
Yanlış olan, Mavi Marmara raporundan sonra yapılan o ölçüsüz, uygulanması imkansız açıklamalardı.
Allah göstermesin, gözünü ideoloji bürümüş, ruhu gençliğindeki Büyük Ortadoğu ideallerinde kalmış bazı
büyük teorisyenlerin duygusal hezeyanları ağır bassaydı...
O duygularla donanma, hava kuvvetleri harekete geçirilseydi, orada kim bilir ne olacaktı.
Duyguları kaşımamak, kanatmamak; aklın egemen olduğu kararları desteklemek için yazmadım.
* * *
Bugünlerdeki hissiyatım şudur.
Türkiye güzel bir rüzgarı yakaladı. Dünya ekonomisi tepetaklak giderken, biz büyüyoruz. Etrafımızda hayranlık haleleri oluşuyor.
İşte bu Türkiye’nin böyle demode babalanmalara, gençlik hayallerinden oluşmuş efelenmelere ihtiyacı yok.
Bu politikayı, Rus İmparatorluğu’nun sıcak sulara inme politikası kadar demode buluyorum.
Gençliğimdeki Altıncı Filo’nun bende yarattığı duygular kadar itici buluyorum.
Bir zamanlar “Nasır-Tito-Makarios”un Üçüncü Dünyacılığı kadar manasız bir romantizm, miadı dolmuş, arkaik, eskimiş püskümüş bir düşünce olarak görüyorum.
Daha da ötesi, kendi içinde bir Kürt sorunu yaşayan Türkiye’nin, başka ülkelerin içişlerine bu kadar müdahil olmasını tehlikeli buluyorum.
Ve inanıyorum ki, 3 hafta önce içeride ve dışarıda kimse, bu olayı Dışişleri Bakanı’nın suratına çarpmadıysa, son günlerin itici deyişiyle, “tükürdüğünü yalamak” olarak nitelemediyse...
Tek nedeni budur.
Aklın ve selimin dış politikamıza hâkim olduğunu gördüğümüz için...
Yazarın Tüm Yazıları