1995’in temmuz ayıydı. Bir öğleden sonra telefonum çaldı.
Dışarıda acayip bir yağmur vardı.
Önümüzdeki TEM yolu dereye dönüşmüştü.
Arayan Sabah Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Zafer Mutlu’ydu.
"Ertuğrul, hep birlikte Hürriyet’e doğru yürüyüşe geçtik" dedi.
Sesinde şakacı bir ton vardı, ama ne olduğunu anlamadım.
Devam etti:
"Camdan dışarı TEM yoluna bak."
Baktım ve şaşkınlıktan "Hay Allah" sesi çıktı.
Gerçekten de Zafer Mutlu önde, arkasında 25’e yakın insan, ellerinde dosyalarla TEM yolunu ayıran bariyeri aşmaya çalışıyorlardı.
Hepsi sırılsıklamdı.
"Sabah’ın binasını su bastı. Yandaki dere taştı ve bütün arşivimiz gitti. Elektrik ve bilgisayar altyapısı çöktü. Gazeteyi yapamıyoruz. Bize bir kat açarsanız gazeteyi orada yapabiliriz."
O günlerde Sabah’la aramızda kıyasıya bir savaş var.
Bir gün onlar bizi manşete koyuyor, bir gün biz onları.
Durum böyle, ama bir saniye bile düşünmeden, "Tabii Zafer.Bir katı hazırlıyoruz.Hemen gelin, arkadaşlar bütün istediğiniz desteği verecek" dedim.
Dedim ama içimde ağır bir duygu...
Kendi kendime "Patrona danışmadan böyle bir kararı nasıl verirsin" dedim.
Hemen Aydın Bey’i aradım ve durumu anlattım: "Size danışmadan böyle bir şey söyledim, umarım yanlış yapmamışımdır."
Aydın Bey, "Ne diyorsun Ertuğrul, başka ne cevap verecektin, tabii ki yardım edeceksin.İstedikleri kadar kalsınlar, her türlü yardımı yapın" dedi.
Çok çabuk organize oldular ve daha o akşam gazeteyi kendi kendilerine yapma yolu buldular.
* * *
Geçen hafta Başbakan Erdoğan’ın "Hürriyet’i almayın" kampanyasını başlattıktan sonra gelişen olaylara baktım.
Daha düne kadar birbirimiz hakkında demedik laf bırakmadığımız gazeteciler, yazarlar boykota karşı çıktılar.
Sadece karşı çıkmakla kalmadılar, bu düşüncelerini çok cesur yazılarla dile getirdiler.
Okurlarımızdan müthiş bir destek gördük.
Dahası, Hürriyet almayan insanlardan müthiş destek mesajları geldi.
Bu bana çok umut verdi.
Gerçek demokrasi, işte böyle anında reflekslerle kuvvetleniyor.
* * *
Tabii düne kadar rakip gördüğümüz meslektaşlarımızın bu dayanışma duygusu bizlere de görevler yüklüyor.
Yarın bir gün onların başına benzer baskılar, zorlamalar geldiğinde bizlere de nasıl davranmamız gerektiğini gösteren iyi bir kullanma kılavuzu var artık elimizde.
Başbakan’ın bu tavrı, hepimize demokrasinin şu muhteşem kuralını gösterdi:
Bir partiye, bir lidere oy vermek, ruhunu ona satmak anlamına gelmiyor.
O oy, her konuda bozdurulup harcanacak bir açık çek veya her alışverişte kullanılacak bir genel vekáletname değil.
* * *
Bütün bunlar çok güzel şeyler.
Ama son günlerde mesleğimiz açısından hüzün verici gelişmeler de oluyor.
Mesela, bazı gazetelerin yazı işlerinde çalışan gazetecileri, yazarları, patrona şikáyet etmek alışkanlığı başladı.
"Patron iyidir, mutfak kötü" sloganı ne patronlar ne de çalışanlar açısından övünülecek bir şeydir.
Kendini, "Bizler iyi Türkler ve iyi Müslümanlarız" diyerek tarif edip, sevmediği, fikrini beğenmediği gazetecileri "68 artığı kötü solcular" olarak niteleyen kişiye demokrat denebilir mi?
Bunlara bakınca, "Demek ki soğuk savaşın ilkel düşmanlığı genlerine işlemiş" diye düşünüyorum.
Bir de sınıflardaki müzevir çocuklar aklıma geliyor.
Bugüne kadar o müzevirlerden hiçbirinin hayatta başarılı bir insan olduğunu görmedim.
Dün bu yazıyı yazarken aklıma yine Ajda’nın o muhteşem şarkısı geldi:
"Yağmurlu bir gündü..."
Ve bizler o kavga içinde bile, birbirimizi "Kötü solcular" diyerek patronlara müzevirleyecek kadar küçülmemiştik...