Teneşir üzerindeki padişahın gövdesinde tüy yoktu

SAHNE aynen şöyleydi:

Haberin Devamı

/images/100/0x0/55ea1465f018fbb8f86a0e3f

Ortada bir teneşir ve üzerinde yatan bir ceset. Üzerine, göğsünden yukarısını ve dizlerinden aşağısını açık bırakacak şekilde bir kefen örtülmüştü. 11 Şubat 1918 günüydü.
Topkapı Sarayı’nın, Hırka-i Saadet Dairesi’nin kapıları biraz önce kapanmıştı ve az sonra Osmanlı tarihinin en ilginç dönemlerinden birini kapatacak olan tören başlayacaktı. Kapılar kapanmış, içeride sadece Hırka-i Saadet erkânı kalmıştı. Onların dışında ikisi yeşil, ikisi beyaz sarıklı 4 hoca vardı.
Bir de bize o sahneyi, bütün açıklığı ile anlatacak olan insan.
Vakanüvist Ahmet Refik Bey...

Murat Bardakçı anlatıyor

ÇOK AZ KİŞİNİN GÖREBİLDİĞİ HIRKA AÇILMASI TÖRENİ

Haberin Devamı

TOPKAPI Sarayı’nda muhafaza edilen kutsal emanetler, Osmanlı İmparatorluğu döneminde peygambere ve din büyüklerine saygı gösterme vasıtası olmasının yanı sıra, devletin en üst düzeyindekiler için bir protokol unsuru idi.
Hazreti Muhammed’in altın bir sandık içerisinde kat kat bohçalara sarılmış şekilde muhafaza edilen hırkası uzun hazırlıklardan sonra padişahların tahta çıkış yani “cülûs” merasimi, şehzadelerin sünnetleri, ramazanın belli günleri, dinî bayramlar ve savaş ilanı gibi önemli günlerde başta hükümdar olmak üzere devlet protokolüne açılırdı. Emanetlerin bulunduğu dairenin ve altın sandığın dualarla ortaya getirilmesinden sonra orada bulunanlara “destmâl-i şerîf” denen, üzerinde Peygamber’in hırkasını öven ifadelerle bazı duaların yazıldığı büyük boy mendiller dağıtılır, mendiller hırkaya hafifçe sürülüp öperek alına götürülür ve evlerde dikkatli bir şekilde muhafaza edilirdi.
Destmâlin, sahibinin ölümünden sonra kefenlendiği sırada yüzüne örtülmesi de gelenektendi.

KUTSAL EMANETLER ODASI’NIN SIRLARI

KUTSAL EMANETLER ODASI'NIN SIRLARI-1/ WEB TV

KUTSAL EMANETLER ODASI'NIN SIRLARI-2/ WEB TV

Haberin Devamı

KUTSAL EMANET SULARI ŞİŞELENİP DEVLET PROTOKOLÜNE VERİLİR

Tören öncesindeki günlerde Kutsal Emanetler Dairesi’ndeki bazı eşyanın mahfazalarının temizlenmesinde kullanılan suyun yıkanma işleminde dökülen kısmı leğenlerde toplanır, daha sonra şişelenerek devlet protokolüne “ölümlerinde mezarlarına serpilmesi için” hediye edilirdi. “Hırka-i Şerif suyu” denen bu suların zamanla benzer şişelerde sahteleri de çıkmış ve sık sık soruşturma konusu olmuştu. “Hırka açılması töreni” resmî şekilde olmasa da, bazı değişikliklerle bugün de devam ediyor. Hırka, genellikle ramazan ayının 27. gününün sabahında özel davetlilerin katıldığı bir merasimle açılıyor. Hafızların altın sandığın etrafında Kuran’dan ayetler okumalarıyla başlayan merasimde daha sonra art arda tekbirler getiriliyor. Bu sırada bazı ailelerin hediye olarak yaptırıp saraya gönderdikleri destmâl-i şerifler dağıtılıyor ve ziyaretçiler sıraya girerek destmâlleri hırkaya sürüyorlar. Tekbir getirilmesine bu sırada yine ara verilmeden devam ediliyor ve merasim bir “gülbank” çekilmesinin ardından sandığın kapatılması sırasında okunan fatiha ile sona eriyor.

Haberin Devamı

DESTMAL YETMEYİNCE DOSYA KÂĞITLARI SÜRÜLMEYE BAŞLANDI

Ancak, Hırka-i Şerif’in açılışına önceleri az sayıda davetlinin katılması geleneği son senelerde giderek bozuldu. Çok sayıda kişinin, özellikle de yüksek düzeydeki devlet memurları ile bazı politikacıların da davet edilmesi yüzünden Kutsal Emanetler Dairesi’nde artık izdiham yaşanıyor ve geleneksel tören ziyaretçilerin tamamının hırkayı protokol sırasına göre ziyaret edebilmeleri için art arda tekrar ediliyor. Kalabalık yüzünden destmâller yetmediği için, bazı ziyaretçiler hırkaya yanlarında getirdikleri dosya kâğıtlarını sürüyorlar...

/images/100/0x0/55ea1465f018fbb8f86a0e41

YIL 2009

EN BÜYÜK KUTSAL EMANET ACEMİ ÜTÜCÜYE Mİ EMANET

“EFENDİM yapacak bir şey yok. Bu yıl göremeyeceksiniz. Bir yanlışlık olmuş. Halka açmaktan vazgeçmek zorunda kaldık.”
Kalabalık tatmin olmuyordu. İçlerinden biri “Suikast yapıldı” diye bağırıyordu.
Yıl 2009’du ve yer Fatih, Hırka-i Şerif Camii’ydi.
İslam çevreleri, o gün bir haberle sarsılmıştı. Bu haber sayesinde bir çok insan şunu öğreniyordu. Fatih Camii’nde ikinci bir Hırka daha bulunuyordu. Bu hırka, Peygamber Efendimizin vefatından sonra Veysal Karani’ye hediye edilmişti.
Çıkan haberlere göre; Hırka’yı koruyan, Veysel Karani’nin 57’nci kuşaktan torunu Gülay Köprülü, 2000 yılında Hırka’nın bakımı için birini görevlendirdi. Bu kişi, daha önce Topkapı Sarayı’nda çalışmıştı. Nişanlısı olarak tanıttığı bir kadın, Hırka-i Şerif’in bakımını yapıyorum diye, her gün ütülemeye başlamış. Tabii ki bu da zaten iyice hassaslanmış kumaşta tamiri çok güç yıpranmalara yol açmıştı.
Ancak Hırka’yı koruyan aile adına konuşan Sait Samir, olayın böyle olmadığını söylüyor. Onlara göre, aile 2000 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne başvurarak, Hırka’nın bakımı için uzman tayini istiyor. Genel Müdürlük 31 Ekim 2000 tarihinde bir yazı ile, Topkapı Sarayı’ndan uzman Doç. Hülya Tezcan ile Dolmabahçe Sarayı’nda görevli Tekstil Mühendisi Nezih Ertuğ’u görevlendiriyor. Ayrıca güvenliğin sağlanması için Fatih ilçe Emniyet Amirliği’ne yazı yazıyor.

Haberin Devamı

Topkapı Sarayı Arşivi sorumlusu Sevgi Ağca anlatıyor

HIRKA-İ ŞERİF’İN TEMİZLENMESİ OSMANLI’NIN ÖNEMLİ TÖRENİYDİ

“Hırka-i Şerif, Hazret-i Muhammed’in günlük kullandığı, ketenden dokunmuş, iki katlı, dışı siyaha yakın koyu bir yeşil, iç kısmı deve tüyü renginde, dönemin özelliklerini gösteren bir hırka. Geniş kollu. Tabii 14 yüzyıla yakın süre önce dikilmiş giysilerin saklanması, temizlenmesi o kadar kolay değil.
Klasik Dönem’de Hırka-i Saadet törenleri yapılıyor. Genelde 15 diye bilinir ama 12’sinde 13’ünde padişah ne zaman arzu ederse iki gün önce temizlik yapılmaya başlanıyor. Mekânlar gül sularıyla temizleniyor. Hırka-i Saadet’in etrafındaki her kutsal emanet de padişahın da katıldığı bir törenle temizleniyor. Şayet padişah o törene katılamazsa sadrazamı veya güvendiği başka üst düzey birini kendine vekil gönderiyor. Bu kadar önemli bir şey. Temizlikten sonra da bir kaide çerçevesinde devletin üst düzey görevlileri davet ediliyor. Nerede duracakları, kimin kimden sonra geleceği katı kurallarla belirleniyor. Ona göre içeri geliyorlar. Padişah Hırka-i Şerif’in önünde duruyor. Padişah’ın sağında ve solunda Darülzade Ağası, şehzadeler ve Has Odalılar duruyor. Davetliler de hırkayı ziyaret ediyor. Sonra yine dualarla kapatılıyor. Bu, bir süre sonra gelenek haline geliyor ve Saltanat’ın sonuna kadar gelenek devam ediyor.”

Haberin Devamı

/images/100/0x0/55ea1465f018fbb8f86a0e43

YIL 1918
SAĞ TARAFI BEMBEYAZDI SOLUNDA MORLUK VARDI

Osmanlı’nın en uzun süre hükümdarlık yapmış Sultanı İkinci Abdülhamid Han bir gün önce vefat etmişti ve şimdi cenazenin yıkanma sahnesi başlıyordu.
İşte o gün belki Osmanlı tarihinde ilk defa, ölmüş bir sultanın bedeninin anatomisini, bütün açıklığı ile öğrenecektik.
Vakanüvist Ahmet Refik Bey, kimine göre “Kızıl Sultan”, kimine göre “Abdülhamid Han” olan son büyük Osmanlı’nın ölmüş bedenini şöyle anlatıyordu:
“Boynu ufak, saçı ve sakalı ağarmıştı. Burnu, çehresinden nisbeten uzuncaydı. Saçları alnına doğru biraz dökülmüştü. Yüzünde ihtiyarlık alameti, fazla buruşukluk yoktu. Boynu incelmiş, omuz kemikleri ileri fırlamıştı. En zayıf yeri göğsü idi. Göğüs ve kalça kemikleri görünüyordu. Bacakları beyaz ve ince, ayakları ufaktı. Vücudunda hiç kıl yoktu. Yalnız meme uçlarında, kollarının alt kısımlarında, parmaklarının uçlarında siyah kıllar görülüyordu. Kolları bîtâbâne iki tarafa düşmüş, ayaklarının parmakları açılmıştı. Vücudunun sağ tarafı bembeyazdı, sol tarafında ve arkasında kırmızılıklar görünüyordu. Hey’et-i umumiyesi sevimli idi. Beyaz bir vücud, yıkandıkça güzelleşen bir naaş, yeni bir teneşir üzerinde, yıkayanların ellerine tâbi, uzanmış yatıyordu. Hırka-i Saadet Dairesi tarihi bir gün yaşıyordu.”(1)
Bir Osmanlı sultanının ölmüş bedeni ilk defa bu kadar açık bir anatomik tarifle anlatılıyordu.
Biraz sonra Hırka-i Saadet Dairesi’nin kapısı açılacak, Osmanlı’nın en tartışılan dönemlerinden birinin sultanının cezane töreni başlayacaktı.

BİRAZ ÖTEDE PEYGAMBER’İN BEDENiNE DEĞMİŞ HIRKA

Sultan Abdülhamid’in naaşının yıkandığı teneşirin biraz ilerisinde, altından yapılmış, çift kapaklı küçük bir sandık duruyordu. Sandığın içinde, bir iç mahfaza daha bulunuyordu. İşte bu ikinci mahfazanın içinde, İslam dünyasının belki de en kutsal emanetlerinden biri saklanıyordu.
Bu, Hazreti Muhammed’in bedenine değmiş bir hırkaydı. Bugün Hırka-i Saadet denilen kutsal hazinenin hikâyesi, işte altın sandığın içindeki o hırka ile yazılmaya başlamıştı.
O hırka, bir anlamda, “En büyük düşmanlıkların bile affedilebileceği ve bundan büyük dostlukların çıkabileceği” gerçeğinin ispatı olarak da tarihi bir mana kazanacaktı.
Bunun anlamak için, milattan sonra 7’nci yüzyıla dönüp, hırkanın ilginç hikâyesine bakmamız gerekir.
Hazreti Peygamber Aleyhisselam, İslam dinini tebliğe başladığı zaman, kendisine katılanlar olduğu gibi, düşmanlık yapanlar da vardır. Ka’b adındaki bir şair öyle büyük düşmanlıklar yapar ki, sonunda Peygamber onun için ölüm fermanı çıkarır.
Bunun üzerine Ka’b gizlice Medine’ye gelir ve Peygamber’in huzuruna çıkıp, tövbe eder ve bağışlanmasını ister. Peygamber kendisini affedeceğini söyleyince, şair “Hırka Kasidesi” olarak tanınacak manzumesini okumaya başlar:
“Muhammed (s.a.s) kınından çıkmış keskin bir kılıçtır
Cihan onun ilahi nurundan feyz alır” dizesini okurken, Hazreti Muhammed onu durdurur ve herkesi şaşırtan bir şey yapar. Sırtından hırkasını çıkarır ve Ka’b bin Züheyr’in omzuna bırakır.
O andan itibaren, hırkayı, Topkapı’ya getirecek olan büyük macera başlar. Önce Muaviye hırkayı satın almak ister. Hazreti Ali ile Muaviye arasında halifelik mücadelesi başlamıştır ve Muaviye, Hırka-i Şerif’i, iktidarını perçinlemek için istemektedir.
Ka’b satmaz. Ancak şair ölünce, vârisleri 20 bin akçe karşılığında hırkayı Muaviye’ye satar. O andan itibaren Hırka-i Saadet, halifeler tarafından mahfaza edilmeye başlanır. Çünkü o, bir nevi halifeliğin alameti olarak kabul edilir.
Önce Emevilere, sonra Abbasilere geçer. Sonra sıra Memluklara gelir. Sonunda, Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethetmesiyle İstanbul’a getirilir.

/images/100/0x0/55ea1465f018fbb8f86a0e45

YIL 1517
SULTANIN SESSİZ KAYIĞINDA DOĞAN BİR ERDEM SEMBOLÜ

Ancak büyüklüğünü, mütevazılığından alan Sultan Selim, hilafeti üzerine alırken, Hazreti Muhammed’in tenine değmiş olan bu kutsal eşyayı, siyasetin günlük eziyetinden kurtarır.
1517 yılının bir gecesinde, kendisini bekleyen halka görünmeden bir kayığa binip, sessizce Topkapı’ya geçerken, yapmak istediği şey, o kutsal giysiyi, iktidarların güç sembolü olmaktan çıkarmaktı. Halifeliği temsil eden en güçlü Osmanlı sultanı bile, onu iktidarının bayrağı haline getirmemeliydi.
Hazreti Peygamber’in (s.a.s) bedenine değişmiş olan bu kutsal hırka, bütün Müslümanlara aitti ve kimse onu, şan, şöhret, siyasi hırs ve menfaat, şahsi iktidar uğruna kullanmamalıydı.
Hazreti Muhammed’in (s.a.s) affetme erdeminin sembolü olan hırka, büyük sultanın sessiz kayığında da erdemli bir siyasetin sembolüne dönüşüyordu.

YIL 1596
O HIRKA BİR PADİŞAHIN BEDENİNE DE DEĞMİŞTİ

Bununla birlikte, o hırkanın tarihinde ilginç anlar da vardı. Hazreti Muhammed’in (s.a.s) bedenine değen o hırka, Osmanlı sultanlarından birinin de bedenine değecekti.
Padişahlar sefere giderken, Hırka-i Saadet’i de yanlarında götürürdü. Sultan Üçüncü Mehmet, Eğri seferine çıkarken Hırka-i Saadet’i de yanına almıştı. Savaş bir ara bozguna dönüşmek üzeredir. Bunun üzerine Hoca Saadettin Efendi, Padişah’tan hırkayı giymesini ister. Anlatılanlara göre giyer ve savaşın kaderi değişir.

/images/100/0x0/55ea1465f018fbb8f86a0e47

Yarın: HAZRETİ MUHAMMED’İN AYAK İZLERİ

(*) Hazreti Muhammed’in ayakları kaç numaraydı. Boyu neydi. Saçları nasıldı. Taştaki ayak izleri, giydiği sandaletlerden niye daha büyük görünüyordu.
(*) Hazreti İsa’nınki gibi Hazreti Muhammed’in de bir kutsal kâsesi vardı. Kuyuya düşen mührün hikâyesi...
(*) Ve en tehlikeli soru: O hırkalar gerçekten Hazreti Muhammed’e mi ait? Karbon testi uygulandı mı? Müzenin eski Başkanı İlber Ortaylı ne dedi?

Yazarın Tüm Yazıları