1940’lı yılların sonlarına doğru, Türkiye’nin Washington Büyükelçisi, ilginç bir mektup alır.
Bugüne kadar az kişinin bildiği bu mektup, güneyli bir senatörden gelmiştir.
Mektup şöyle başlamaktadır:
"Sayın Bayım,
Bazı kişiler bana, kara derili bir şahsı ön kapıdan evinize aldığınız bilgisini ulaştırdı.
Size şunu bildirmeliyim ki, biz ülkemizde bu tür davranışları tasvip etmiyoruz."
Irkçılığın en koyu bölgesinden gelen senatör açıkça tehdit ediyor.
Zencileri evinize sokmayın diyor.
Hele hele evinizin ön kapısından asla sokmayın demeye getiriyor.
Türk Büyükelçi, mektubu alıyor ve güneyli senatöre tek cümlelik şu mektupla cevap veriyor:
"Sayın Bayım,
Bizim ülkemizde dostlarımız evimizin ön kapısından girerler, mamafih siz geldiğiniz takdirde arka kapıdan girmenizi temin ederiz."
Evet bu kadar basit ve hak ettiğini fazlasıyla veren demir leblebi gibi bir cümle.
Osmanlı’yı miras almış, Cumhuriyet’i kurmuş ilk kuşağın insanlık dersini veren bu büyükelçi, yarın Özbekler Tekkesi’nde toprağa vereceğimiz Türk büyüğü Ahmet Ertegün’ün babası Münir Ertegün’dü.
O mektup, çokuluslu bir devletin emperyal kültürünün ve saygısının manifestosuydu.
* * *
Washington o yıllarda hálá kara derili insanların gettolarında yaşadığı bir şehirdi.
Amerikan iç savaşını kuzeyliler kazanmış, ama güneyin ırkçı iklimini değiştirememişti.
O yıllar kara derili insanlara "Negro" bile değil, "Nigger" muamelesi yapıldığı yıllardı.
Ama siyahi müzisyenler o eve hep ön kapıdan girip çıktılar.
O güneyli senatöre gelince, bugün adını hatırlayan bile yok.
Mektubu yazan Münir Ertegün’ün naaşı ise ABD hükümetinin tahsis ettiği dev bir zırhlıyla Türkiye’ye getirilecekti.
Her küçük şahsi tarih, işte böyle hayat bilgisi dersleriyle doludur.
Amerika’nın Cleveland şehrinin merkezinde herkesin dikkatini çeken modern bir bina vardır.
Binanın üzerinde "Rock’n Roll Hall of Fame" yazar.
Burası Amerika’nın en önemli rock müzik müzesidir.
Binanın giriş katında sağ tarafta büyük bir salon bulunur.
Burası "Ahmet Ertegün Salonu"dur.
Ahmet Ertegün, gettoların yalnız müzisyenlerine şöhretin yolunu açtı.
Amerikan müziğinin iç savaşını kazanan komutan o oldu.
Büyük bir Amerikalıydı. Aynı zamanda büyük bir Türk’tü.
* * *
Bu yazının asıl duygusu, ne kara Amerikalılar, ne müzisyenler, ne de başka bir şey.
Bu yazının asıl gayesi, "ana rahmi".
Yani ebediyetten gelinip ebediyete dönülen o sonsuz dergáh.
Ahmet Ertegün, bugün Amerika’nın en önemli şahsiyetlerinden biri.
Bütün kariyerini orada yaptı.
Amerikan kültürünün büyük bir temsilcisiydi.
Orada para kazandı, orada şöhret oldu.
Belki daha çok oraya, daha az buraya aitti.
Acaba gerçekten öyle miydi?
İnsanın bedeni ve ruhu kime aittir?
Belki kendine, belki başkasına.
Belki mülkiyetini kendinde tutmuştur, belki kiraya, icara vermiştir.
Belki de satmıştır.
Ama iş sonsuza göç etmeye geldiğinde, musalla taşından önceki o son sorunun cevabını verirsiniz.
"Ben nereye aidim?"
O son sorunun en huzur veren cevabı ise şudur:
"Ana rahmine..."
Geldiğim ve gideceğim yere.
İşte vatan da orasıdır, huzur sokağı da.
Ahmet Ertegün, büyük Amerikan vatandaşı, büyük Türk vatandaşı, yarın işte o adrese dönüyor.
Özbekler Tekkesi’nde basit bir taşın altına...
Türk gökkubesinin altına...
(*) Bu mektubu Ahmet Ertegün’ün "What’d I Say; The Atlantic Story" adlı kitabında okudum.