CUMARTESİ sabahı saat 06.00’da uyandığımda, güneş Miami üzerinde doğmak üzereydi.
Bir akşam önce, Ocean Drive’a yaslanan okyanusun üzerinde yükselen ay, gelmekte olan ağır bir "Mal di luna"nın habercisi gibi üzerime çullanmıştı.
Amerika, "memorial hafta sonunu" yaşıyordu.
İnsanlar geceye, ölülerini hatırlamak için başlıyor, ama iki üç kadehten sonra bunu bilinçaltlarından fışkıran bir hayat ayinine dönüştürüyorlardı.
Ölüler bayramı, insanları tuhaf bir simyacı haline getiriyordu.
* * *
İşte orada, o ağır rutubetli Miami’de, batan bir ay ile doğan bir güneş arasında, bedenimin dışına çıkıp biraz kendime baktım.
Kendi kendime sordum.
Aşağıdaki bedenim mi cansız? Ruhum mu yaşamaya devam ediyor?
Yoksa, tersi mi?
Fark ettim ki, hayat bazen insanı, kalbi atmaya devam ederken, damarlarındaki kan henüz durmamışken bile cansız bir ruh haline getirebiliyor.
Ve dedim ki, insanın gerçek ölümü budur.
Aklıma Zincirlikuyu’nun kapısındaki o cümle geldi.
"Her canlı ölümü tadacaktır."
Anladım ki, ölü ruhun canlı bir bedenden kopması, hayat dediğimiz basit sürenin insana tattıracağı en derin tezatmış.
Batan ay ile doğan güneş arasında fark ettiğim bu hakikat, hayat bilgisi dersinin giriş bölümü olarak derime kazındı.
Ocean Drive’ın çılgın kalabalığına karışırken, o gece derime başka bir şey daha kazıyacağımı hiç bilmiyordum.
* * *
Filmlerden tanıdığım Ocean Drive’ın "Colony" otelinin civarında bir kafeye oturup etrafı seyrediyorum.
Herhangi bir insanın haddinden fazla turistik bulabileceği bu cadde bana çok başka şeyler anlatıyor.
Zaten kendimi her şeyden soyutlamış, sterilize etmiş, kendi başıma kalmış, adeta kendi kendimi terk etmişim.
Ağır rutubet, beni alıp boğucu bir Faulkner Güney’ine bırakmış.
Üzerine sis buharından yorganlar atılmış bataklıklar arasında dolaşıyorum.
Oradan 1974 yılında bir Paris öğle zamanına dönüyorum.
Öğrenci restoranında karşıma oturan küpeli delikanlıyı görüyorum.
Küpe takabilmek içime acayip bir tutku olarak oturuyor.
Hayat boyu yakamı hiç bırakmayacak bir saplantı olarak hep orada duruyor.
Korkaklığımın, hayata meydan okuyamamanın, cüceliğin, sıradanlaşmanın dövmesi gibi her gün kendini bana hatırlatıyor.
Bahaneler uyduruyorum.
Önce, "Öğretim üyesi küpe takar mı?" deyip, içimden gelen dalgayı savıyorum.
Sonra "Hürriyet’in Ankara temsilciliği" geliyor.
Onun arkasından genel yayın yönetmenliği.
Gardırobumda asılı, jilet gibi ütülü bahanelerden birini alıp kişiliğimin üzerine geçiriyorum.
"Ne de olsa farklı olmak adaba aykırıdır" deyip, yürüyüp gidiyorum.
Oysa dövme orada. Tatoo hep yerinde.
Kan desen hiç kurumamış. Durduracak bir pıhtıyı bile kendi kendime çok görmüşüm.
Bir hayat önümden geçip gitmiş. Başkalarının, kötülerin cesedi önümden geçecek diye beklerken, bir bakmışım kendi canlı bedenim önümden geçmiş.
Bense ölü bir ruh olarak nehrin kenarında oturuyorum.
* * *
Ocean Drive’da gece yarısı geliyor.
Latin kalabalık bir haftalığına yerini, taşradan gelen siyah insanlara bırakmış.
Siyah bir cinsellik, okyanus kenarından akıp gidiyor.
Ben de o sele kapılıp gidiyorum.
O sabah satın aldığım Panama şapkamı çıkarıp terden sırılsıklam olmuş bedenimi serinletmeye çalışıyorum.
Akan kalabalık beni elimden tutup genç bir kızın karşısına oturtuyor.
Bursa’dan gelip buralara yerleşmiş genç bir kadın, kırık bir Türkçe’yle "Hoşgeldiniz" diyor.
"Şekil mi istersinizyoksa rakam veya harf mi?"
"Hiç fark etmez" deyip, üzerinde Japon harfleri bulunan kataloğa ilgisiz gözlerle bakıyorum.
İki rakam ve bir harf seçip, sağ kolumun iç tarafını genç kadına uzatıyorum.
Hayatımın ilk "Tatoo" seansı başlıyor.
Dövmeyi derime işletiyorum.
Hangi harftir, hangi rakamdır, onu bile hatırlamıyorum.
Rutubetten bitap düşmüş bedenim, ölmüş ruhuna suni teneffüs yaptırmaya çalışıyor.
Ay Ocean Drive üzerinde yavaş yavaş kaybolurken, her şeyi birbirine karıştıran hafıza bataklığımın içinden tek bir cümle kendini kurtarıp önüme atlıyor.
Ne yazıyordu orada?
"Her canlı ölümü tadacaktır..."
Mühim olan oradan geri dönüş var mı yok mu?
Yani ölmüş bir ruhtan söz ediyorum.
Acaba, bu umutsuz suni teneffüs onu geri döndürebilir mi?