Paylaş
2004 yılı... 16 Aralık’ı 17’ye bağlayan uzun gecenin sabahına doğru...
Ben ve eşim Tansu Brüksel’den gelen karar üzerine ayağa fırlayıp birbirimize sarılıyoruz.
Avrupa Birliği, Türkiye ile tam üyelik müzakerelerini başlatma kararı almış.
Gülümsün’ün sevinç çığlıklarını işitiyoruz. Türkiye’nin 150 yıllık Batı yürüyüşü, sonunda aydınlık bir yola giriyor.
* * *
O sırada telefonumuz çalıyor.
Arayan kayınvalidem Perihan Oral...
Baba tarafından CHP’li bir aile...
Eşi Hüdai Oral, 5 dönem CHP milletvekilliği yapmış. Türkiye’nin ilk Enerji Bakanı. Anayasa Komisyonu Başkanlığı, Meclis Başkanvekilliği yapmış.
Kayınpederi Hulusi Oral, Çanakkale’de savaşmış. Kurtuluş Savaşı’na katılmış, tek parti döneminin CHP Denizli il başkanı.
Milletvekilliği de yapmış.
İşte böyle bir ailenin kızı Perihan Oral...
Sevinçten ağlıyor... Kendisi için değil, bizler ve torunları için ağlıyor. Ve benden şunu istiyor:
“Bu insanlara kızıyordum ama lütfen Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Gül’e benim adıma, Türkiye adına teşekkür et...”
* * *
Erdoğan ve Gül Ankara’da büyük coşkuyla karşılanıyorlar.
Başbakan havaalanında hayatının en sıcak konuşmalarından birini yapıyor:
“Geleceğimiz aydınlık olsun, her şey Türkiye için. Aydınlık yarınların çağdaş Türkiye’si için çıktığımız yolculukta müzakere tarihini aldık” diyor.
AB üyeliği için 1963 yılından itibaren mücadele eden bütün liderlere samimi ve sıcak bir mesaj gönderiyor:
-“Bunların hepsinde de birçok siyasi liderin emeği oldu. 59’uncu hükümetin başbakanı olarak hepsine milletim, hükümetim adına teşekkür ediyorum.”
-“Bundan sonra ülkemizde demokrasi daha farklı bir şekilde güç bulacaktır” diyor.
-“Hak ve özgürlükler daha yoğun bir şekilde uygulama alanı bulacaktır” diyor.
-“Türkiye, modern, çağdaş ülkeler arasındaki yerini zaten almaya başlamıştır ve alacaktır” diyor.
CHP’ye teşekkür ediyor ve bir şey daha söylüyor:
-“Sivil toplum örgütlerine, Türkiye basınına, dün gece ve öncesinde yaşadığımız tabloda onların da bizimle yaşadığı heyecan nedeniyle şahsım ve hükümetin adına teşekkür ediyorum...”
Sözlerini şöyle bitiriyor:
“Artık içine kapalı bir Türkiye yok. Dünyayla bütünleşen bir Türkiye var...”
Biz evde birbirimize sarılıyoruz. Türkiye sımsıkı birbirine sarılıyor.
Cumhuriyet’in “Biz kaynaşmış, bütünleşmiş bir milletiz” ideali belki de tarihimizde ilk defa hakikat oluyor.
* * *
Sonra arkası geliyor.
Yine aynı coşku... Aynı heyecan, aynı umut, aynı birleşmiş Türkiye...
Ve Cumhuriyet’in 81’inci yıldönümünde, 29 Ekim 2004 günü önümüze harika bir fotoğraf düşüyor.
Masanın başında dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Abdullah Gül oturuyor.
Roma’nın görkemli Campidoglia Sarayı’nın büyük salonunda tarihi bir gün yaşanıyor.
Türkiye, AB’ye üye 25 ülke ve 3 aday ülke ile birlikte Avrupa Anayasası Nihai Senedi’ni imzalıyor.
Öyle bir anayasa ki, insanlara din değiştirme özgürlüğünü de en açık ifade ile tanıyor...
Bir başka 17 Aralık, başka bir Türkiye’ye uyanıyoruz
ARADAN 9 yıl geçiyor ve bir başka 17 Aralık gününe geliyoruz.
17 Aralık 2013...
AK Partili 3 bakanın oğlu ve bir bakanı hakkında yolsuzluk iddiaları patlıyor...
Bir 17 Aralık gecesi demokrasi ve çağdaşlık yolunda yürüme andı içmiş ülkenin 9 yıl sonra ne hale getirildiği bütün dünyanın gözü önüne apaçık seriliyor.
O 9 yılda neler olmuş, neler bitmemiş... Neler değişmiş?
-Avrupa Anayasası’nı imzalayan Türkiye, kendi sivil anayasasını yapamamış.
-Çağdaş bir demokrasi diye yola çıkmış, otoriter ve baskıcı bir ara rejime dönüşmüş.
-Batı’ya doğru giderken, Ortadoğu’nun kanlı sokaklarında kaybolmuş, kaybettirilmiş.
-Avrupa şartlarını imzalayıp “hukuk devleti” olma sözü vermişken, bir anda özel yetkili mahkemelerin yarattığı engizisyona girmiş, Silivri’de bir 21’inci yüzyıl Gulag’ı kurulmuş.
-Temiz bir Türkiye ideali ile yürümeye başlamış, en yukarıya kadar tırmanan bir yolsuzluk batağına saplanmış...
-Herkesi kucaklayan, geçmişi ile barışık, geçmişine teşekkür etmeyi erdem sayan o çağdaş şahsiyet gitmiş, miladı kendisiyle başlatan, kendi dışında herkesi inkâr eden, dışlayan, horlayan, aşağılayan, herkese yukarıdan bakan bir nefret ve öfke seli, her gün televizyonlardan evlerimize fışkırıyor.
-Çağdaşlık gömleği çıkarılmış, yeniden Milli Görüş gömleği giyilmiş.
-İleri demokrasi nutukları atılırken, yargısını da iktidara bağlamaya hazırlanan bir dikta rejimine dayanmış.
Bir o fotoğrafa bakın bir de buna ve söyleyin, değer miydi
PEKİ kim değişmiş, kim değiştirmiş?
17 Aralık 2004 gecesi arkasında duran ve teşekkür ettiği millet mi, o gece ona övgüler düzen ABD, Avrupa, dünya mı...
Yoksa kendisi mi...
Yukarıdaki fotoğraflar kimin değiştiğini açıkça gösteriyor...
Geriye, tarihin de soracağı şu trajik soru kalıyor:
Değer miydi...
Adına “kibir” denilen ve kötü şöhreti şu fani dünyada kalacak, hesabı öteki dünyaya bırakılacak günahı bile bile işlemeye değer miydi...
Hadi sizin sevdiğiniz o kefen ve birkaç metreküp mezar hendesesiyle sorayım...
Kendi çevreniz dahil, bunca insanı kırmaya, dökmeye, aşağılamaya, hor görmeye...
Üzerlerine polisinizi, yargınızı, Maliyenizi, istihbaratçınızı, telekulağınızı, eskisini bertaraf edip de yenisini kurduğunuz şu en derin devletinizi göndermeye, hayatlarını karartmaya...
Değer miydi...
İşte iki 17 Aralık...
Biri 2004...
Öteki 2013...
İki şahsiyet... İki fotoğraf.
O gün, “Beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkısını, milli marş yapacak kadar omuz omuzaydık, kol kolaydık...
Şimdi halimize bakın.
Paramparça bir ulus, Ortadoğu’da yüzü gözü patlatılmış, itibarı iki paralık edilmiş bir devlet, bütün dünyada kötü bir Ortadoğu diktatörlüğü olarak görülen feci bir mostra...
Bir şu fotoğraflara bakın, bir de aynaya...
Sonra kendi kendinize sorun...
Bunca kırmaya, dökmeye...
Değer miydi...
Paylaş