24 çocuğun ölüm haberi onu bir kere daha yıkmıştı ve zaten bir gün önceden başlamıştı ağlamaya... Haftada iki defa gittiği süpermarkette, aldıklarını taşıyan 2 çocuk varmış. Salı günü o çocuklardan biri oradaymış. Son paketi arabaya koyarken “Abla” demiş; “hani benimle birlikte paketleri taşıyan sarışın bir arkadaşım vardı ya...” Kızım “Evet biliyorum” demiş. “Askere gitti.” Demiş ve devam etmiş: “Beş ay önce Hakkâri’de şehit oldu...” İşte bu kadarcık, bir cümle... “Şehit oldu...” Arabanın kapısını kapatırken, yine küçücük bir cümle: “Abla niye hep paket taşıyan çocuklar şehit oluyor?”
Etrafta bir Çin Seddi var. Etraf efrat olmuş; ya pısmışlıktan, ya evet efendimcilikten kimse anlatmıyor. Öteki tarafta konuşulanları duymuyoruz. Şimdilik “Neden hep bizim çocuklarımız” diyorlar. “Niye hep paket taşıyan çocuklar ölüyor?” Anadolu kasabaları, küçük şehirler, büyük şehirlerin kenar mahalleleri... Niye tabutlardaki çocuklar hep o mahallelere terhis ediliyor; hep oralarda sala veriliyor; cenazeler hep oralardan kalkıyor... Şimdilik sadece “Neden sadece bizimkiler” diye soruyorlar. Kimsenin şüphesi olmasın; sıra öteki soruya da gelecek... Önce “Neden onlarınki de değil” diyecekler. Anonim, öznesi olmayan bir cümleyle başlayacak her şey. Sonra uzaktan, genel, çoğul, anonim, üstü örtülü bir silûet gelecek... Neden devlet adamlarının, siyasetçilerin, bakanların, ne bileyim büyük işadamlarının, tanınmış insanların çocukları değil de hep bizimkiler diyecekler. Meşum bir gece, bir 24, bir 24 şehit daha gelecek. O zaman, o genel tariflerdeki silûete rötuşlar başlayacak. Neden “....’ın” çocuğu değil? Beriki “....’nın” çocuğu neden askerliğini yan yana sıralanmış o tabutların 250 kilometre yakınında bile yapmıyor? Ya o afra tafra gezen büyük işadamı ....’ın Harvard mezun oğlu? Şu ünlü gazetecinin çocuğu nokta nokta; damadı nokta nokta... O neden kısa dönemden yırtıyor ve daha üç gün geçmeden, teknesini Türkbükü’nde görüyoruz? Evet bir gün o kutular dolacak, o nokta noktaların her birine harfler yazılacak, o harfler kelimelere, isimlere dönüşecek ve hepimiz adımızı o sorunun karşısındaki hanede göreceğiz. Neden kasaba çocuklarının isimleri şehitliklerde soğuk taşların üzerine yazılırken, o nokta nokta isimleri sadece magazin köşelerinde, ekonomi sayfalarının “Genç aslanlar” bölümlerinde görüyoruz?
Gidiş bu gidiştir... Çin Seddi’nin ötesindeki gurultu, gürültüye dönüşüyor. Evet efendimcilik ve pısmışlığın ördüğü duvarlar Çin Seddi’nden bile yüksek diye, kendinizi aldatmayın. O yıkılmaz sandığınız, sandığımız duvarlar da patlayacak bir gün. Bir bakacaksınız ki, Anadolu’nun her tarafından aynı ses yükselmeye başlamış. Bu ülkenin kutsal bir savaşı, ortak bir milli davası varsa; Mutlulukta ve kederde berabersek; Aynı yolun yolcusu isek; aynı sudan içiyorsak; Neden sadece paket taşıyan çocuklar ölüyor... Var mı öyle kimine sevdanın yolları; paket taşıyan çocuklara ise kurşunlar, Kalaşnikoflar, el bombaları ve kalleş mayınlar... Gidiş bu gidiştir; eğer pısırık ve evet efendimci yakınlar söylemiyorsa; Eğer, işi dinlenecek telefonlarla başından aşkın istihbaratınız “Merak etmeyin, her şey yolunda efendim” raporları arz ediyorsa; Sanmayın ki Çin Seddi’nin ötesinde her şey süt liman... Orada gurultu var. İnsanlar soruyorlar. Neden hep paket taşıyan çocuklar...
Diyeceksiniz ki: “Bu ilkel popülizm sana yakışıyor mu?” Yakışmıyor arkadaş; ben de biliyorum ki hiç yakışmıyor... Ama ne yapayım ki artık yapışıyor... Japon tutkalı gibi yapışıyor.