Paylaş
Bir Türk olarak bana bu kadar gurur veren fotoğraflar her gün önüme gelmiyor.
İnsanlığın ortaçağ vebalarından beri karşılaştığı en öldürücü virüse karşı ilk aşıyı bu iki Alman vatandaşı bulmuştu.
*
Bir tarafında Almanya Cumhurbaşkanı, öteki tarafında Almanya Başbakanı...
Vee ikinci bir görüntü...
Salona girerken iki doktor önde yürüyor, Almanya’nın seçilmiş başbakanı arkada...
Ve o kadın ve erkek iki Türk’tü...
Dr. Özlem Türeci ve eşi Prof. Uğur Şahin...
*
Bu fotoğrafa baktığım saatlerde, Türkiye’de geçen ay çıkan çok önemli bir kitabı bitirmiştim.
Biri genetik bilimci öteki sanat tarihçi iki Alman’ın yazdığı kitabın adı “Genlerimizin Yolculuğu”ydu...
*
Karşımda insan DNA’sı üzerine yaptığı çalışmalarla aşıyı bulmuş Almanya’da yaşayan iki Türk...
Elimde de DNA çalışmaları ile “genlerin göçünü” anlatan ve bir anlamda “gen arkeolojisi” bilimini kuran iki Alman’ın kitabı...
Şimdi size en güncel olanından başlıyorum..
Virüslerin göçünden...
Ama lütfen yazıları numara sırasına göre okuyun.
GEN ARKEOLOJİSİNİ VE DENISOVA İNSANINI KEŞFEDEN BİLİM İNSANI
- Johannes Krause-Thomas Trappe: “Genlerimizin Yolculuğu”; Çev: Mehmet Ali Erbak, Say Yay. 2021...
Johannes Krause, eski kemiklerin DNA’sının çözümlenmesi alanında çalışan bir uzman. Jena’da Max Planck İnsanlık Tarihi Enstitüsü’nün kuruluşunda görev aldı ve çalıştı. 2010 yılında bir parmak ucu kemiğinin DNA’sının analizinden yola çıkarak yeni bir insan formu olan Denisova insanını keşfetti.
1- PENTAGON TARAFINDAN AÇILAN BİR VİRÜS İHALESİ
AMERİKAN askeri gücünün kalbi Pentagon 2012 yılında herkesi şaşırtan bir ihale açtı.
Kurum, bakteri ve virüslerin genlerinin çok kısa zamanda belirlenmesi için bir bilgisayar programının yazılmasını istiyordu.
Programın adı “The Defence Threat Reduction Agency Algorithm Challenge”di. Türkçeye “Savunma Tehdit Azaltma Kurumu Algoritma Görevi” olarak çevrilebilirdi.
Amerikan ordusu, bir kimyasal savaşta mikrop ve virüse karşı hazır olmak ve çok hızla karşı koymak istiyordu.
Bunun için 1 milyon dolarlık bir fon ayırmıştı. 100’den fazla kuruluş bu ihaleye katıldı.
Aralarından üçü finale kalmayı başardı. Bunlardan biri Daniel Huson adlı bir bilim insanıydı. Huson daha sonra bu bilgileri aldığım “Genlerimizin Yolculuğu” kitabının yazarının da görev aldığı Jena’daki Max Planck Enstitüsü ile birlikte çalışmaya başladı...
İşte bu ekip 2013 yılında 24 saat içinde 1 milyar DNA dizilmesini kaynak organizmalarla birlikte çıkaran bir algoritmayı geliştirdi.
Bu algoritmanın bir özelliği de DNA’ların hangisinin insana hangisinin virüse ait olduğunu kesinlikle belirlemesiydi. İşte tam o günlerde Münih’ten çok ilginç bir haber geldi...
Bir mezarda iki iskelet bulunmuştu.
2- JURASSIC PARKTAN 23 YIL SONRA BİR MEZARDA BULUNAN KEMİKLER
İLK Jurassic Park filmi 1993 yılında çekildi.
Film nesli tükenmiş dinozorları yeniden üreten çılgın bir işinsanı ve bilim insanlarını anlatıyordu.
İnsanoğlu hâlâ bir DNA’dan dinozor üretmeyi başaramadı.
Ama o filmden 23 yıl sonra, 2016 yılında gen arkeologları çok ilginç bir şeyi başardı.
Münih yakınlarında bulunan mezar 6’ncı yüzyıldan kalmıştı.
Bu mezarda bir çiftin iskeleti bulunmuştu.
Yapılan genetik analizler ilginç bir şeyi ortaya çıkardı. Çift 6’ncı yüzyılda Roma’yı kasıp kavuran “hıyarcıklı veba” hastalığından ölmüştü.
Bu, virüs algoritması üzerinde çalışan genetikçiler için büyük bir şanstı.
Altıncı yüzyılda Roma’yı ve Avrupa’yı çökme noktasına getiren Jüstinyen virüsünün DNA’sına ulaşmışlardı.
İşte o andan itibaren dünyanın ilk gerçek “Jurassic Park” olayı başlıyordu.
Genetikçiler “hıyarcıklı veba virüsünü” yeniden yapılandıracaklardı.
DNA’dan dinozor üretemeyen bilim, mezardan gelen kemikten yok olmuş bir virüsü yeniden üretecekti.
Başardılar da...
Ve bu sayede dünyanın başına en büyük belayı açan virüslerden birinin sırrı çözülüyordu.
Ve o virüsün altından bir başka canlıya ait çok ilginç bir hikâye çıkacaktı...
“Zavallı bir pirenin” hikâyesi...
3- ZAVALLI BİR PİRENİN ÇOK ACIKLI HİKÂYESİ
VİRÜSLER çok zeki ve bencil canlılardır.
Zekidirler, çünkü kendilerinin yaşaması için, içine girdikleri organizmaları da yaşatmaları gerektiğini çok iyi bilirler...
Bu bakımdan belki tek aptal virüs Eboladır... Çünkü o büyük bir şuursuzlukla, girdiği organizmayı en kısa zamanda öldürmeyi hedefler.
O nedenle çok hızlı şekilde bir organizmadan ötekine geçmek zorundadır. Ebolanın çok hızla bulaşmasının nedeni budur.
Veba virüsü ise akıllıdır ve acelesi yoktur. Üzerinde yaşadığı organizmayı öldürmeyip orada kalmak ister.
O nedenle de hastalığı başka bir organizmaya taşıyacak hamallara ihtiyacı vardı. Kara ölüm denilen hıyarcıklı vebanın kullandığı hamal piredir.
Bildiğimiz pire...
Nedir zavallı pirenin çektikleri...
Bir sonraki yazıya geçelim.
4- ‘GENÇ WERTHER’İN ACILARI’NDAN GENÇ PİRELERİN ISTIRABINA
SAĞLIKLI bir pire günde bir kez ısırır. Ancak veba bakterisi alan pire bu işi 100 kere tekrarlar. Isırdıkça saldırganlaşır ve ısırdığı insan ve hayvanlara veba mikrobunu bulaştırır.
Peki neden zavallı pire?
Çünkü veba mikrobu pirenin genlerinde bir mutasyona yol açar.
Pirenin ön midesindeki virülans genlerin oluşturduğu bakteriler bir tür film üretir.
Bu film de pirenin midesini tıkar ve hayvan emdiği kanı vücuduna geçiremez ve tükürmek zorunda kalır.
Tabii tükürünce de ilk hastalıklı insandan aldığı mikrobu başka bir insana veya hayvana geçirir.
Tabii tıkanan mide aynı zamanda pirenin acılar içinde ölümüne yol açar.
Kendini akıllı bir bakteri için feda eden pirenin hikâyesi, aynı zamanda COVID-19 virüsünün de hikâyesidir.
Pentagon’un ısmarladığı bu yazılım sayesinde virüsler artık gen arkeolojisinin kazılarının en kıymetli bulgularıdır.
Artık insan DNA’sı yanında virüs DNA’ları da izlenerek insanın ilk büyük hikâyesi olan Adem’le Havva’ya doğru gidilecektir.
Goethe’nin “Genç Werther’in Acıları” kitabının yazıldığı ülkedeki bu “Genç Pirelerin Istırabı” kitabından sonra şimdi virüslerden insan DNA’larına geçelim.
PERDE İKİ
5- GERÇEKTEN BİR HAVVA ANAMIZ VAR MIYDI VE NE ZAMAN YAŞADI
İNSANOĞLUNUN bugüne kadar yazdığı en güçlü hikâye “Adem ile Havva”dır...
Peki gerçekten bir Adem ve bir Havva var mıydı?
Kutsal kitaplara göre var elbet. Ya gen arkeolojisine göre... Ona göre de var.
Hadi gelin şimdi o genetik Havva anamızı bulmaya çalışalım.
Her insan mitokondriyal DNA’sını annesinden alır.
Buna her 3 bin yılda bir gelecek kuşaklara aktarılan yeni bir mutasyon eklenir.
Yani mutasyona uğrayan sadece COVID-19 virüsü değildir, biz de uğrarız. O mitokondriyal DNA’nın spirial merdivenlerinden yukarı doğru tırmanmaya başladığımızda şunu görürüz.
Bugün yaşayan insanların tümünün DNA’ları geçmişte yaşamış bir tek anneye dayanır. Evet yanılmadınız bir Havva’ya... Genetik biliminde buna “Mitokondriyal Havva” adı verilir.
Peki ne zaman yaşamıştır o ilk anne?
160 bin yıl önce...
Bugünkü insanın ulaşılabilen ortak annesidir bu.
6- MİTOKONDRİYAL HAVVA ANAMIZ VE Y KROMOZOM ADEM BABAMIZ
HAVVA anamız varsa, bir de Adem babamız olmalı değil mi...
Evet o da vardı.
Ama onu bulmak için DNA’ya değil babadan oğula geçen Y kromozomuna bakmak lazım. Evet “Mitokondriyal Havva” gibi bir de Y kromozomu taşıyan ilk Adem babamız var. Öyleyse kutsal kitapların hepimizin Adem ile Havva’dan geldiğimiz tezi doğrulandı...
Ancak bir sorun var...
Gen arkeolojisi Y kromozomlarını takip edip ilk ortak babaya gittiğinde tuhaf bir durumla karşılaşıyor.
Y kromozomlu Adem baba, Mitokondriyal Havva’dan 200 bin yıl önce yaşamış. Neyse ki, kutsal kitapların zaman kavramı bizim bildiğimiz saatlere ayarlı değil.
Yani isteyen “ilk kadının, erkeğin kaburgasından yaratıldığı” tezine inanmaya devam edebilir.
ÜÇÜNCÜ SAHNE
7- TARİHTE İLK ALMANCI KİLERDEKİ O KADIN MI
TABİİ ki Dr. Özlem Türeci ve eşi Prof. Uğur Şahin, Anadolu’dan Almanya’ya giden ilk Almancılar değildi.
İlk “Almancının” hikâyesi çok daha gerilere gidiyor. Almanya’da bir dönemde Tübingen Enstitüsü tarafından kullanılan bir binanın kilerinde bir iskelet bulundu.
Teknoloji gelişip bu iskelete mitokondriyal DNA testleri uygulandığında herkesi şaşırtan bir şeyle karşılaştılar.
İskelet 7 bin yıl kadar önce Stuttgart civarında yaşamış bir kadına aitti.
2014 yılında yapılan genom analizleri sonucunda daha da şaşırtıcı bir gerçek ortaya çıktı.
Kadının genetik kökleri Anadolu’ya dayanıyordu...
Kafalar karıştı...
Demek ki cuma günü Alman Devlet Nişanı alan iki Türk’ün ata hikâyesi çok daha gerilere gidiyordu.
Peki nasıl oluyordu bu? Hadi gelin gen arkeolojisinin kazılarına dönelim.
8- YOKSA HEPİMİZ SUYUN ÖTESİNDEN GELİP ‘VARDAR OVASI’ MI SÖYLEDİK
BİLDİĞİMİZ şuydu...
Biz Türkler Orta Asya’dan geldik, sonra Balkanlar’ı geçip oraları fethettik, Karaman bölgesinden gönderdiğimiz Anadolu çocuklarını oralara yerleştirdik.
1912’deki Balkan Savaşı’ndan sonra yine Anadolu’ya döndük...
Geri dönüşte özlemimizi “Vardar Ovası” şarkılarını söyleyerek giderdik.
Ancak gen arkeolojisi “Vardar Ovası” hikâyesini farklı anlatıyor.
Aslında önce biz Balkanlar’a gitmedik... Balkanlar Anadolu’ya geldi ve o da şöyle oldu.
Balkanlar’ın ilk sakinleri Avrupa’da buzul çağı başlayınca DNA’larını Anadolu’ya gönderdiler...
Yani göç ettiler.
Bu genler 10 bin yıl sonra neolitik çağ başlayınca tekrar Balkanlar’a ve Ortadoğu’ya döndüler. O göçmen genler bize şunu söylüyor:
Her Avrupalının mutlaka bir Anadolulu dedesi vardır.
Bu kitabı yazan Johannes Krause son noktayı şöyle koyuyor: “Günümüzde Türkler ve Kürtler Balkanlar’ın genetik bileşenlerini Orta Avrupalılarla paylaşıyorlar.”
Yani ey o sahnedekiler, “Durun, siz kardeşsiniz”.
O zaman bir de sahnedeki Almanlara bakalım...
9- HİTLER’İN ARİ IRK FRİTZ’LERİ SARIŞIN VE MAVİ GÖZLÜ MÜYDÜ
ALMAN deyince gözünüzün önüne ne gelir?
Sarı saçlı beyaz tenli bir insan değil mi...
Hitler’e kötü haberimiz var.
Neolitik çağda orada olsaydınız çok şaşırtıcı bir durumla karşılaşacaktınız.
Çünkü o dönemde yerli Avrupalılar koyu renk tenliydi. Buna karşılık Anadolu’dan gelenler ise beyaz tenli.
Oysa genetik açıdan baktığınızda soğuk yerlerde yaşayan insanların beyaz, sıcak bölgelerden gelenlerin ise koyu renk tenli olması beklenirdi. Gen arkeolojisi bunun sırrını hâlâ çözebilmiş değil.
Kitabın Alman yazarı Hitler’in o çok övündüğü Alman ırkıyla ilgili de son noktayı şöyle koyuyor: “Neolitik çağda Avrupa’da iki genetik yapıtaşı egemendi. Yerli avcı-toplayıcılar ile Anadolu’dan gelen çiftçilerin DNA’ları. Yani bugün her ikisini de bedenimizde taşıyoruz.”
VE SON SAHNE
10- MAMUT KEMİKLERİ ARASINDA YAN YANA ÜÇ İSKELET: İLK LGBT Mİ, İLK ÜÇLÜ İLİŞKİ Mİ
GEN arkeologları kazıya devam ediyor. 1986 yılında Çekya’nın güneydoğusundaki Dolni Vestoniçe bölgesinde bir mezardan çok ilginç bir şey çıktı. Erken paleolitik çağa ait bir mezardı bu ve ilginç tarafı şuydu.
Aynı mezarda, mamut kemikleri arasında yan yana yatan üç ölü vardı.
En soldakinin iki eli, ortadakinin bacaklarının arasındaydı.
Ortadakinin eli ise en sağdakine dokunuyordu. İki kenardaki iskeletlerin iki erkeğe ait olduğu saptandı. Ancak ortadaki iskeletle ilgili bir sorun vardı. Bu ölü bir kemik hastalığından mustarip olduğu için, kalan kemikler sağlam bir DNA testi yapılmasına imkân vermiyordu.
Uzmanlar önce bunun bir kadına ait olduğunu iddia ettiler.
Ancak DNA dizilim teknolojisi geliştikten sonra 2016 yılında ortadaki ölünün cinsiyeti de belirlendi.
O da bir erkekti... Bu üçlü tarihin ilk LGBT ilişkisi miydi?
Yoksa bunların üçü de erkek kardeş miydi...
Sorunun cevabı hâlâ verilmiş değil.
Paylaş