DÜN nedense o günü yeniden hatırladım. Daha doğrusu o günün hüznünü. Galiba daha önce bir kere daha yazmıştım. Kendimi tutamayıp bir kere daha yazıyorum.
Çünkü, insanın hayatında altı kalın çizgilerle çizilmiş anların, bir, iki, üç defa hatırlanmasından, yazılmasından kimseye zarar gelmez.
* * *
1963 veya 64 yılıydı.
Yani bir yıldan beri saçlarımı uzatmaya başlamıştım.
Lise öğrencisiydim ve aynı anda hem Sartre'ın etkisiyle egzistansiyalist, hem de Rolling Stones hayranıydım.
İçimde bir Juliette Greco bir Mick Jagger vardı.
Güzel bir bahar günüydü.
Papatya mevsimi olduğuna yemin edebilirim.
İzmir'e bir İngiliz öğrenci gemisi gelmişti.
İçinden yüzlerce benim yaşımda çocuk çıkmıştı.
Erkeklerin ‘‘V’’ yakalı süveterleri, kızların ekose desenli etekleri vardı.
Mini etek henüz ufuktaydı. Kızların etekleri, dizlerinin çok az üzerindeydi.
Benimse maalesef blucinim bile yoktu.
Övünebileceğim tek şey, uzun saçlarım ve babamın ilk Almanya gezisinden getirdiği süngerimsi kumaştan yapılmış montumdu.
Dört arkadaştık.
Dördümüz de, kenar mahalleden Batı'ya, Avrupa'ya, Amerika'ya bakan çocuklardık.
Aramızdan birimiz, 1968 yılının 1 Mayıs günü Çeşme yolunda trafik kazasında ölecekti.
Bir diğerimiz, adını bile bilmediğim bir gemide tayfa olacak, ondan bir daha haber alamayacaktık.
Öbür üçüncüsünün ise, kim olduğunu bile hatırlayamayacağımız kadar üzerinden yıllar geçecekti.
İşte öyle bir günde, o gemiden inen kızlardan biriyle tanışmıştım.
Gemi İzmir'de 10 saat kadar kalmıştı.
Bütün gün dolaşmıştık.
Sohbet etmiştik.
* * *
Derme çatma devlet lisesi İngilizcemle, ona neler bildiğimi ispatlamaya çalışmıştım.
Sartre'dan, Camus'dan, Rolling Stonse'tan, Them'den, Who'dan ve kimbilir nelerden söz etmiştim.
O ise bana çok daha basit, çok daha sıradan şeyler anlatmıştı.
Sanki yaşımıza göre daha uygun, daha güzel, daha şeker şeylerden.
Sonra ayrılma zamanı gelmişti.
İşte o anı size biraz daha ayrıntılı anlatmalıyım.
Gemi Kordon'da Atatürk heykelinin bulunduğu meydana yanlamasına yanaşmıştı.
Yan taraftan rıhtıma paralel geniş bir merdiven indirilmişti.
* * *
İngiliz öğrenciler tek tek o merdivenden çıkarak gemiye giriyorlardı.
10 saatlik arkadaşım bana sarıldı, yanaklarımdan öptü.
Sonra merdivene doğru yürüdü.
Üçüncü basamakta durup bana baktı ve el salladı.
Dördüncü basamağa geldiğinde, arkasından seslendim:
‘‘Bana Little red rooster'ı söyler misin?..’’
Rolling Stones'un bir şarkısıydı. Ali Kocatepe'nin Yeni Asır Gazetesi'ndeki müzik sayfasından, İngiltere listelerinde ilk 10'a girdiğini okumuştum.
Ama hiç dinlememiştim.
Bana bakıp güldü. Arkasındaki arkadaşları da gülmeye başladılar.
Sonra iki üç kişilik küçücük bir koro şarkıya başladı:
‘‘I'm a little red rooster...’’
Ve o nakarat, bir daha hiç çıkmamak üzere hafızama kazındı.
Tuhaf zamanlarda, kendi kendine ortaya çıkıp ötmeye başlayan küçücük bir horoz haline dönüştü.
O kız kimdi, şimdi nerededir bilmiyorum.
Adını bile unuttum.
Sadece 10 saatlik bir arkadaştı.
Gemi uzaklaşırken, kendimi tutamayıp ağlamaya başladım.
Ben İzmir'deydim. Sevdiğim toplulukların müziklerini bile ancak isimlerinden bilebiliyordum.
Avrupa, Amerika, öteki dünya bana çok ama çok uzaktı. Arada yüksek duvarlar, imkánsızlıklar vardı.
Ve o gemideki çocukların çok şanslı olduğunu düşünüyordum.
Kordon'daki o sahne hayatımdan hiç eksilmedi.
O Ege yalnızlığı, uzaklaşan geminin bende bıraktığı hüznün tadı mı desem, yoksa acısı mı, tarif edemediğim bir yerlerimden hiç ayrılmadı.
* * *
Dün öğleden sonra odamda otururken, Financial Times'ın haberi önüme geldi.
Avrupa Birliği'nin beş büyük üyesi, Türkiye'ye tarih verilmesini ele almak için anlaşmışlar.
Bu haberi işitince zihnimde kalan o buruk hatıra yeniden canlandı.
Gemiyi yine gördüm.
İsimsiz arkadaşımı yine hatırladım.
O küçük koro yine o tuhaf bluse'u söylemeye başladı.