ÇOK küçükken sık sık şu hayali kurardım.Babam çok zengin oluyor.
Ve bana özel bir futbol stadı inşa ettiriyor.
Öyle büyük bir stat değil.
Altışar kişilik takımlar halinde maç yapabileceğimiz küçük bir stat.
Stadın şekli hálá gözümün önünde.
Bugünkü Şükrü Saracoğlu Stadı’nın oval şeklinde çok küçük bir modeli.
Kendime ait altı kişilik bir takım kuruyorum.
İlk altıda kimin oynayacağını ben belirliyorum.
Yani takımın hem kaptanı, hem sahibi, hem teknik direktörü benim.
* * *
İzmir Gazi İlkokulu’ndaki bütün sınıf arkadaşlarım tribünlerde oturuyor.
Beğendiğim kızları en güzel yerlere yerleştiriyorum. Maç başlıyor.
Şöhretin, zaferin, galibiyetin ilk hazlarını o hayallerde yaşıyorum.
O yıllar masumiyet yıllarıydı.
Mustang arabalar henüz çizilmemişti.
Yat, özel uçak, villa, pahalı saatler, lüks eşya nedir bilmiyorduk.
1950’li yıllarda benim için zenginliğin olimposu, muhayyilemin sınırı buydu.
Kendime ait küçük bir futbol stadına sahip olmak.
Bir de oyuncularını kendimin seçeceği altı kişilik bir takım.
Geçen çarşamba sabahı New York’un "Beşinci Caddesi"nden güneye doğru yürürken, sol taraftaki dükkánlarda bir şey dikkatimi çekiyor.
Caddenin 57 ile 45’inci sokakları arasında kalan bölgede, neredeyse her dört beş dükkándan biri, çocuk oyuncağı satan mağaza haline gelmiş.
Bunlardan bazıları, "MGM" ve "Disney" gibi büyük film şirketlerinin çocuk mağazaları.
Bunların yanında yepyeni konsept mağazalar açılmış.
Mesela bunlardan biri, "Kendi ayını kendin" yap dükkánıydı.
Dükkanın tamamı, sempatik ayı oyuncaklarıyla doluydu.
Bunlardan birini alıp, elbiselerini, aksesuvarını, otomobilini, bisikletini, yani aklınıza gelebilecek her şeyini seçebiliyorsunuz.
Bir başka mağazanın konsepti ise, "Kendi canavarını kendin yarat".
Sakın, aklınıza öyle "korku dükkánı" falan gelmesin.
Mağazaya girdiğiniz an, "canavar" kavramının ne kadar sempatik hale geldiğini hayretle görüyorsunuz.
Bir başka dükkán ise "Hallowen", yani "Cadılar Bayramı" üzerine uzmanlaşmış.
"Cadılık"ta korku veren bir kavram olmaktan çıkıp, sempatikliğin ta kendisi haline dönüşmüş.
* * *
Zamanım çok sınırlı olduğu halde, bu dükkánlara girip dolaştım.
Küçük koltuklar üzerinde oturdum.
1960’larda başlayan "lego" kültürünün, bugün nerelere geldiğini anlamaya çalıştım.
Birbirinin içine geçen küçük parçalardan oluşan bir dünyanın, yavaş yavaş, köşelerini attığını, sert parçalardan yumuşak, daha insani, daha munis, daha şefkatli alaşımlar haline geçişini büyük keyifle seyrettim.
Sırf denemek için, kendi ayımı giydirdim.
Hergele kılıklı, şeytani bakışlı, muzip bir canavar yarattım.
Onu kendime benzettim.
Kendi kendime mırıldandım.
"Herkes kendi canavarını kendi yaratır."
Bunların bazıları muzip, sempatik, hergele, şeytani olur.
Hergelelik yapsa da kızamazsınız.
Bazen başaramazsınız; beceriksiz, ruhsuz bir anınıza gelir.
Ortaya felaket bir şey çıkar.
Ona canavar bile diyemezsiniz.
* * *
O güzel dükkánlarda bir şeyi daha fark ettim.
Kendi stadına sahip olmak isteyen o hayalperest çocuk hálá ruhumun mutena bir yerinde ikamet ediyor.
Hiç büyümeden, hayallerini hiç kaybetmeden, kendi yarattığı sempatik canavarlarıyla, munis ayılarıyla, lego elleriyle kurduğu rüya álemleriyle mutlu bir şekilde, yapayalnız yaşayıp gidiyor.
Bazen kendimi böyle küçük canavar dükkánlarının ortasında mutlu bir şekilde otururken buluyorum.
Bir tarafımda üç beş imalat hatası.
Beceriksiz anıma gelmiş felaket şeyler.
Öteki tarafta ise lego hayallerimin yarattığı bütün sempatik şeyler.
Hayatımın en güzel anları, şeyleri, varlıkları...
Öyle anlarda kendi kendime hep aynı şeyi mırıldanıyorum:
"Allahım" diyorum.
"İçimdeki oyuncakçı çocuğu koruduğun için sana şükrediyorum..."