Paylaş
Geçmişte, “ulusalcı” bir anlayışı bulunduğunu söyleyen gazeteci Tuğçe Tatari, “Kürt gerçeğini” anlamaya karar verince, niyet mektubunu en kolay yoldan yazıyor.
***
Önce kendisine rehberlik edecek Kürt yazar kadını tanıtırken, onun, “Lafını esirgemeyen”, dolayısıyla “Boyalı medya dünyasında bulunmayacak kadar gerçek, yalanı, riyası olmayan biri” olarak tarif ediyor.
Böylece “Boyalı medyanın Kürt gerçeğini anlamayacak kadar riya dolu” olduğunu kayda geçirirsiniz.
***
Sonra sıra gelir “Beyaz Türklüğünüze...” Onu da “Ben aslında bir Beyaz Türk değildim” diyerek kayda geçirirsiniz. Böylece “Kandil pasaportu” hazırdır.
Her ne kadar bu ülkenin “Kürt gerçeğini” yıllar önce yazmaya başlayan Hasan Cemal’ler, Cengiz Çandar’lar, Ahmet Altan’lar, Mehmet Altan’lar, Yavuz Gökmen’ler bu yazılarının çoğunu “boyalı” dediği medyada yazmış olsalar da, bu klişeleşmiş retorik reddiye etkilidir.
***
Tuğçe Tatari’nin “Anneanne, ben aslında Diyarbakır’da değildim”* adlı kitabını, Ahmet Hakan gibi daha ilk cümleden överek başlamadıysam, sanmayın ki beğenmedim. Tam aksine çok, hem de çok beğendiğim için bu mesafeli girişle başladım.
Çünkü bu kadar güzel bir kitabı yazmak için, ille de “Beyaz Türk kompleksi” ile davranmak gerekmezdi diye düşünüyorum.
Üstelik kitabın 30’ncu sayfasında, ailesini “Bembeyaz Türk” olarak nitelediği, 50’nci sayfasında ailesi hakkında çağdaş, üstelik Kürt gerçeğini anlamaya hazır bir portre çizdiği halde neden böyle bir reddiye psikolojisine ve suçluluk duygusuna sahip olduğunu anlayamadım. O yüzden de ortada bir cinayet yok ama kitabı başarılı bir kayıp kız hikâyesi olarak okudum. Zaten o da kitabın başlığında, izini kaybettirmiş olduğunu söylüyor.
(*) Tuğçe Tatari: “Anneanne, ben aslında Diyarbakır’da değildim”, Doğan Kitap, 2015
İnançlı ama modern bir Türk anneanne portresi
ANNEANNESİNİ, “İnançlı ama modern bir kadın” olarak tarif ediyor ve şunu söylüyor: “Bu tanımı antipatik bulmakla beraber onu en iyi anlatan sözcüklerin de bunlar olduğunu düşünüyorum.”
Bu sözleri çok sempatik ve samimi buldum. Ama şunu da sormadan edemiyorum.
“Öyleyse, bugünkü rejimin ‘Beyaz Türk’ diye tu kaka ilan ettiği bu insanların samimiyetlerini niye inkâr ediyor, Kürtleri anlamak, muhafazakârları anlamak için ille de onları reddetmemiz gerektiği gibi bir duyguya kapılıyoruz.”
Kitapla ilgili bu uzun girişi işte o nedenle yapıyorum.
Çünkü bu tür reddiyeler bana hem kompleksli ve kendine güvensiz, hem de kolaycı geliyor.
Hele hele son 12 yılda “Beyaz Türk” diye aşağılanan insanlara yapılan haksızlıkların, Kürtlere yapılanlardan aşağı kalmadığını gördükten sonra bu tavırlar daha çok gözüme batar hale geliyor.
Şimdi geleyim kitaba.
Kandil’in ‘organik pizza’sı İstanbul’unkine basar mı
BÜTÜN samimiyetimle yazayım. Baştan sona büyük bir ilgiyle okudum kitabı.
Biraz önceki eleştirilerim, Türkiye’deki genel bir tavırla ilgiliydi. Onu bir yana bırakırsak, son yıllarda Kürt ve Kandil gerçeği üzerine yazılmış en samimi kitap bile diyebilirim.
Tuğçe Tatari gazetecilikte hikâye etmenin önemini ve sanatını bilen bir insan. Kitapta eğlenceli ve pastoral bir Kandil tasviri var. Keyifle okuyorsunuz. Mesela yer sofrasında yemek yerlerken güzel bir sarma ve pizza muhabbeti var.
Tuğçe Tatari, gerilla kadınlardan birine soruyor: “Bu koşullarda sarma, dolma nasıl yapılıyor? Sonuçta şehir mutfağının en meşakkatli yemeklerinden biri.”
Yemeği yapan kadın cevap veriyor: “Biz burada pizza da yapıyoruz. Üstelik hepsi organik. Sizin yedikleriniz gibi katkı maddesi içermez...” (s. 44)
Bu sohbette, benim yukarıda eleştirdiğim tavrını kendisi de şu cümleyle ifade ediyor?
“Derinlik sarhoşluğuna yakalanmış gibiyim...”
İnsan sormadan edemiyor.
Acaba “Beyaz Türk reddiyesi de bu duygunun bir ürünü olmasın...”
Hoşuma giden samimi cümleler
TUĞÇE TATARİ: “Resmen Türklüğü dokunulmaz kılanla Kandil’i, gerillayı, PKK’yı dokunulmaz kılanlar arasında sıkışıp kalıyorum.” (s. 53)
MAHMUR KAMPINDAKİ ASYA NİNE: “Büyük bedeller ödedik ama unutmaya hazırız.” (s.70)
TUĞÇE TATARİ: “Kitabı yazarken iki endişem vardı. Biri gerilla övgüsü yapmak, bir kesime sempatik görünmek adına aralara aslında düşünmediğim veya inanmadığım devlet diline yakın düşünceler serpiştirmek. (s. 195)
RONAHİ SERHAT (Kandil’de PKK militanı): “Babam ve annem sosyal demokrattı. CHP rozeti takardı babam, Ecevit’i Karaoğlan diye sevdi.” (s. 58)
TUĞÇE TATARİ: “AKP’nin savunuculuğunu üstlendiğini söyleyen bir yönetici tarafından kovulmak şereftir.” (s. 59)
Kitapta en beğendiğim iki bölüm ‘Laleş’ ve ‘Mahmur’
KİTABIN tamamını beğendim ama en çok ilgimi çeken iki bölümü Ezidilerin hac yeri olan Laleş’i ve köyleri yakıldıktan sonra Irak’ta Mahmur kampına yerleşenleri anlatan bölümler oldu. Kandil konusunu başkaları da yazdı. Ancak Ezidiler ve Mahmur’la ilgili ilk defa bu kadar açık, basit ve renkli bir anlatım gördüm.
Bir de 172 ve 173’ncü sayfalarda Pervin Buldan’ın İmralı’da Abdullah Öcalan’la ilk görüşmesini anlattığı bölümde gazeteler açısından da ilginç bilgiler var. Netice...
Bu kitabı mutlaka okuyun. Ama öyle Beyaz Türk kompleksine girmenize gerek yok...
Beyaz Türkler, bu ülkede demokrasinin, insan haklarının, birlikte yaşama duygusunun önemini çok iyi bilen insanlardır.
Eminim bu ülkeye bir gün demokrasi yeniden gelecekse, onların büyük katkıları olacaktır. Tıpkı Kurtuluş Savaşı’ndaki gibi.
Acaba Kandil’de ‘Çökertme’ söyleyen ‘gerilla’ var mı
GEÇEN çarşamba günü geniş bir arkadaş grubu Mehmet Yılmaz’ın yaş gününü kutluyorduk.
Tabii birlikte şarkı söylemeye başladık.
Orada aklıma Tuğçe Tatari’nin kitabı geldi.
Türkiye’nin bu
tarafında kafalar iyi olup, birlikte şarkı söylenmeye başlandığı zaman, bütün Türkiye’nin haritası çizilir.
Karadeniz şarkıları, Rumeli türküleri, Ahmet Kaya’lar, Kürt şarkıları birbirini izler.
Merak ediyorum, acaba Kandil’de hiç ‘Çökertme’ veya ‘İzmir’in Kavakları’
veya ‘Vardar Ovası’ söylenir mi...
Çünkü birlikte yaşayacaksak sadece Ahmet Kaya ve Şivan Perver yetmez...
Bence kitabın ikinci baskısında bu tür soruların da cevabı olmalı...
Paylaş